Sonra dedim ki kendime... ( Gezgin Yogini )
"Sonra dedim ki kendime" diye başlayan blog serüvenim Gezgin Yogini adıyla devam ediyor. Maceraların devamı ve daha fazlası için : www.gezginyogini.com
Facebook link
https://www.facebook.com/gezginyogini
18 Eylül 2016 Pazar
18 Haziran 2015 Perşembe
DÜNYANIN EN ESKİ YAĞMUR ORMANINDA ISLANMAYA VAR MISINIZ ?
Gelelim hikayemizin devamına…
(Bir önceki yazıyı okumayanlar için özetle Avustralya’nın
kuzey ucunda, Capeyork bölgesinde, arabayı nehre yuvarlayıp bir aborjin
kasabasında 3 gün boyunca sıkışıp kaldığımızdan bahsetmiştim bir önceki
yazımda. )
Arabanın döndürülmüş, kenara çekilmiş hali...
3 günü nehirden çıkarılmış kırık dökük arabanın dibinde
yemekler, sohbetler yaparak geçirdikten sonra sonunda bizi Cairns’e götürecek
bir araba bulabildik. Ömer ve Allyce bizden bir gün önce yola çıkmışlardı. Kasaba
halkından birisi arabasında 2 kişilik yer olduğunu ve Cairns’e yakın bir yer
lere kadar onları bırakabileceğini söylemişti. Planımız yolun yarısından
sonrasını otostopla devam etmeleri ve Cairns’ten araba kiralayıp buraya gelip
bizi almalarıydı. Ama sonra buradan bizi Cairns’e bırakacak araç bulunca gerek
kalmadı. Cairns’te buluşmamız ayrı bir macera. Tüm kamp malzemeleri, çadırlar,
eşyalarla büyük bir alışveriş merkezinin otoparkında evsizler gibi konaklayıp 7
saat boyunca Ömer’e ulaşmaya çalışıp herkesleri ayağa kaldırdık, meğer beyimiz
bizi akşam gelecek sanıyormuş. Hafif bir gerginlikten sonra akşam tatlıya
bağladık her şeyi, ertesi gün için planları yapmaya başladık hemen J
Kiraladığımız araba bir hippi karavanı, turuncu, üzerinde
grafitiler olan şirin mi şirin bir karavan. Giderken cool siyah jip, dönerken
turuncu bir hippi karavanı J
Dedik ki madem buralara kadar geldik bir şeyler yapalım. Ben
dalış yapmaktan yanaydım. Dünyanın en iyi dalış yerlerinden birinde : Great
Barrier Reef’teyiz ya, daha ne olsun. Bizimkileri ikna edemedim pekı, hava
şöyle böyle dediler, Alp zaten daha önce dalış yaptığı için burada tekrardan o
parayı verme taraftarı değildi. En son raftinge karar kıldık.
Hayatım boyunca niyeyse su sporlarından korkmuşumdur
arkadaş. Denizde yüzmeye bayılırım deniz sakin olduğu sürece, ama şu dalgalarda
boğuşma olayları korkutuyor beni J
Dalıştan korkmayıp raftingten korkan bi insan evladıyım işte J İçimde inanılmaz bir
korkuyla giydim o yelekleri, bildiğin kalbim küt küt atıyor, kesin balımıza bir
şey gelecek diye evhamlar yapıyorum içimden. Bungee jumping yaparken böyle
ürkmeyen ben bildiğin korkuyorum abicim. Neyse başımızdaki lider ben şunu
deyince bunu yapacaksınız, bunu deyince şunu falan diye anlattı, eyvallah dedik
başladık yola. Korku yavaşça geçti, kendisini keyfe bıraktı. Eğlenmeye bile
başladım ya J
Yağmur ormanı içerisinde mükemmel manzaralı bir nehirden bahsediyoruz, etrafın
güzelliğine hayran kalmamak elde değil, sırf bu güzelliği görmek için bile bu
korkuyla yüzleşilirmiş…,
Ertesi gün ben daha atraksiyonlu şeyler peşindeyken
oylamalar sonucunda yağmur ormanlarında teleferik gezisinde karar kılındı.
Gördüğüm en iyi manzaralardan biri diyebilirim bunun için de. Dünyanın en eski
yağmur ormanının üzerindeydik. Alp’in teleferikten korkması bizim gezimizi daha
bir eğlenceli hale getirdi tabi ki, teleferikte çekilen halay gibisi yokmuş onu
deneyimledik J
Teleferiğin Kuranda adında şirin bir köyde istasyonu var,
genelde turistik eşyaların satıldığı bir bölge.
Bir de yağmur ormanının ortasında bir istasyonu var
teleferiğin . Yağmur ormanında olup da yağmura yakalanmamak elde değil tabi ki,
güzelce ıslandık hepimiz J
Ertesi gün attık kendimizi yollara. Akşam Bowen isimli bir
kasabada konakladık. Deniz kenarında şirin bir yer. Akşam sahil kenarı
sohbetleri, vegan-etçi tartışmaları J
( vallahi artık yoruldum Ömer’e anlatmaktanJ
).
Avustralya’da gördüğüm en güzel denizmiş meğer , ertesi gün farkettim. Sabah yürüyüşe diye
çıktım erkenden, baktım inanılmaz sakin dalgasız bir deniz, hemen geri dönüp
bikinileri giydim sabahın köründe sakin, çarşaf gibi denizde yüzdüm yüzdüm
yüzdüm… Seyahatin en güzel anlarından biriydi. Sakin denizde yüzmeyi ne çok
özlemişim ya...
Şunu da itiraf edeyim ki yüzmeden dakikalarca denizin
içerisindeki yılan olup olmadıklarına karar veremediğim garip yaratıkları izledim,
en sonunda bir çeşit yosun olduklarına karar verip attım kendimi sulara J
O taraflara yolunuz düşerse Bowen mutlaka görülmesi gereken
bir deniz, tavsiyemi yazın kenara. ( ulan Türkçe yazdığımı blogda kaç kişinin
Avustralya’ya yolu düşecek acaba onu da merak ediyorumJ )
Günün akşamında gece 2 civarı evdeydik sonunda. Anahtarları
kazada kaybettim, en arkadaşım arkadaşım arka bahçeye benim için bir anahtar
sakladı, o sayede girdim içeri. Ama bu anahtar benim odanın kapısını açmadı
işte J
Aksilikler devam etmekteydi J
Salonda iki kişilik koltuğa kıvrılıp sabah olmasını beklemekten başka çarem
yoktu. Ertesi gün çilingir çağırdım, 5 dakikalık iş için 80 dolar…Ülkemin
çilingirlerinin ellerinden, gözlerinden öperim J
Bir macera da burada son bulurken büyüklerin ellerinden ,
küçüklerin gözlerinden J
10 Haziran 2015 Çarşamba
AVUSTRALYA'DA KÜÇÜCÜK BİR ABORJİN KASABASINDA 3 GÜN SIKIŞIP KALSANIZ... e bi zahmet okuyalım o zaman
6 ay oldu Avustralya’ya geleli. Brisbane’de yaşıyorum ve
Brisbane’ın en fazla 2 saat
uzaklığındaki birbirinden güzel yerleri gezebildim fırsat buldukça.
Bir iki ay önce bir arkadaşım dedi ki : “ Yaw ben
Avustralya’nın en kuzey ucuna , zorlu bir off road yolculuğuna çıkacağım.”
Zorlu bir şeyler, ölüm kalım, timsahlar… falan duyunca heyecanlandım tabi,
dedim ki beni de alın len, dedi ki olur.
Günler geldi geçti, yolculuk vakti yaklaştı. Yolculuğun
mimarı arkadaş pek bir heyecanlı, adam hayalini gerçekleştirecek. Elindeki
bilmem kaç bin dolarlık jipe yine bir o kadar harcama yapıp, anlamadığım bir
sürü aksesuar ekletip bu yolculuğa hazır hale getirmiş. Aylardır anlatıyor bir
şeyler : bugün şunu eklettim, şu gün bunu falan filan diye. Hiç de anlamam
arabadan , araba parçasından ;“hee iyimiş falan” deyip, yalancıktan
“süpppperrr” gibi tepkiler vererek
ilgiliymiş, anlıyormuş gibi gözükmeye çalıştım ama bence o da yememiştirJ Neyse işte
tekerleklere bir şeyler yaptırmış, jantlara( tam olarak neresi bilmiyorumJ ) bir şeyler, arabanın
önüne demirler taktırdı ( kesin vardır bir adı da bana sormayınJ ), sonra arabanın
üstüne demirler falan takıldı , komando kutularını taşısın diye, motora falan
da yaptırdı tabi bir şeyler, süspansiyon gibi bir şeylerden bahsettiklerini
duydum J (
Ha bu arada ehliyetim var ha benim, 2004 yılında vermişlerdi, kimlik niyetine
kullanıyorum geneldeJ
)
Neyse konumuza dönelim, yolculuk günü geldi çattı. Hepimizde
tatlı bir heyecan, göreceğimiz yerler şimdiye kadar hiç birimizin dünya
üzerinde görmediği güzellikte. Timsah dolu nehirlerden geçecek olmanın
ürpertici heyecanı, Eliot Falls-Twin Falls şelalerinde yüzecek olmanın
mutluluğu,Pappua Yeni Gine’ye karşı kıyıdan baybay yapma geyikleri, zorlu
Gunshot Tracktan geçebilecek miyiz merakı… şunlar bunlar, güzel heyecanlar
yani…
,
Hamdi’nin Canon’u,
Kutay’ın Sony GoPro’su inanılmaz manzaralara şahit olmak için benim güvenli (!)
ellerimde. Tüm hazırlıklar tamam, ben hazırım yeni bir maceraya.,
Cumartesi sabahı 07.30’da gayet cool siyah jipimiz geldi
kapıya beni almak için. 3 Türk 1 Ozi ( Avustralyalılar kendilerine Ozi diyorlar burada), 2 et yiyici 2 vegan , onu
alalım bunu almayalım, şu olur bu olmaz
derken alışverişlerimizi tamamladık , çıktık yollara. 32 saat yemek ve çiş
molaları hariç durmadan araba sürmeye devam ettik. Pazar günü 4 civarı ilk kamp
alanımıza vardık, Musgrave Roadhouse.
Bu gördüğünüz tepecikler termit adlı karıncaların karınca yuvası...
Çadırlar kuruldu, yemekler yapıldı, ateş yakıldı, ateş başı
sohbetleri yapıldı. Ertesi sabah 11 civarı Musgrave’den ayrıldık, hedef o gün
Bramwell Junction’a ulaşmak, 350 km kadar. Ertesi gün de yolculuğun zorlu
kısmına başlamayı hedefliyoruz.
Araba bildiğiniz benzin emiyor,içiyor lıkır lıkır, sık sık
durup yolda benzin alıyoruz. Yol üzerinde Coen adında bir kasabada durduk
benzin almak ve birkaç ihtiyacımızı almak için. Artık tropikal iklim
bölgesindeyiz, yemyeşil, küçücük, şirin mi şirin bir kasaba. Ay dedim ben
kalırım burada, beni burada bırakın ya birkaç gün kalasın var geyiği yapıyorum
bizimkilere. Ne dilediğine çok dikkat edeceksin diye bir laf vardır bilirsiniz J ( bu sözümü okumaya
devam ettikçe anlayacaksınız.)
Kasaba aklımda kalıyor, ben buraya bir daha nasıl gelirim
hayalleri kurarken biz yolculuğa devam ediyoruz. Devam ediyoruz dediğim sanırım
yarım saat kadar devam edebildik. Yollar artık asfalt falan değil, engebeli, jip
tarzı bir araç haricinde aşılamayacak kıvamda. Ehliyet kemerlerini takmamışız,
rahat rahat yayıla yayıla gidiyoruz. Alp’in pahalı bir şapkası var elimde,
şapkanın içindeki komik yazıları okuyorum gülüyorum kendi kendime. Tam o sırada
karşıdan bir arabanın bizimle aynı şeritten geldiğini ve neredeyse burun buruna
geleceğimizi fark ettim. Ömer arabayı sağa sola kıvırarak toparlamaya
çalışıyordu, ta ki bir yokuştan inene kadar. Yokuşun aşağısında köprü ve nehir.
Nehri gördüm tamam dedim gidiyoruz biz. Nehrin tam kenarında ahanda durduk
derken dengenin bozulmasıyla yavaşça nehre doğru yuvarlandık arabayla. O iki
saniye içinde ne oldu bilmiyorum, böyle kaza anları kalmıyor insanın aklında,
niyeyse beyin o 2 saniyeyi kodlayıp da hatıralar hanesine eklemiyor.
Sonra kendime geldiğimde suları gördüm tam gözümün önünde,
herkes üzerimde, inanılmaz bir ağırlık. İçeri su dolacak diye korkuyorum,
“çıkın dışarı , çıkın!!!” diye bağırıyorum. Alp “Burcu iyi misin?” diyor,
“çıkın çıkın” diyorum sadece. Aslan parçası kardeşim Alp’in yardımıyla arabadan
çıkıyoruz.
Yoldan geçen bir araba duruyor ve onun yardımıyla arabayı
nehrin içinde çeviriyoruz , eşyaları almaya başlıyoruz teker teker. Herkesin
çantaları bir bir çıkıyor, turuncu sırt çantam çıktı ama umrumda bile değil
sadece kıyafetlerimin olduğu çanta o. Ben siyah küçük sırt çantamın peşindeyim.
Alp bulacağım diye sözler veriyor ama çanta arabadan çıkmıyor çok ilginçtir ki.
Nehrin içini aramaya başlıyoruz. Aslan parçası kardeşim yine iş başında, nehrin
içinde benim çantamı arıyor. ( sonra polisten öğreniyoruz ki meğer timsah çıkma
olasılığı varmış.)
Yok, çantam yok. Kazadan 5 dakika önce Alp’le arabada
pasaportu kaybedersek sıçtık oğlum, geçici pasaport alabilirsin onunla da başka
ülkeye geçemezsin Türkiye’ye dönmen gerekir muhabbeti yapıyoruz. Bu muhabbetin
üzerine ben pasaportu kaybedince başladım ağlamaya. Sadece pasaport da değil
arkadaşlarımdan aldığım iki adet kamera, elektronik kitap
okuyucum,telefonum,günlüğüm, ıvır zıvırım , tüm önemli mühimmatlarım çantada. (Banka
kartımı Coen’de alışveriş yapmak için çıkarmış bel çantama koymuştum, onu
kurtardım en azından.)
Sırtımda bir ağrı var ama polise bir şey söylemiyorum.
Hastaneye kaldırsalar faturayı görünce al diyetim diye kolunu keser bırakır
insan, öyle paralar konuşuyor burada. Dedim ki yoktur bir şeyin Burcucum
kıllatma. Ambulansla Alp ve ben Coen’e bırakıldık.
Coen’de Sexchange Hotel adında bir otelde kalıyoruz, başka
alternatifimiz yok, küçücük bir kasaba. ( sexchange oteller Avustralya’da
kamyon şoförlerinin durakladığı ve malum ihtiyaçlarını karşıladıkları oteller.
)Bizim kaldığımız yer adını Exchange Hotel diyor ama başına da uyduruk bir S
koymaktan geri kalmıyor, aklımız karıştı ama yapacak başka bir şey yoktu,
tuttuk odaları.
Alp’le gelsinler diye bekliyoruz, sanırım 2-3 saat sonra
kadar gelebildi Ömer ve Allyce. Bu süre içerisinde biz de kasabayı dolaşalım
biraz dedik Alp’le. Dolaşmak derken tüm kasaba etrafını yürümek 20 dk’da
bitiyor zaten.
Ağaç dallarında görünen kara kara benekler gündüz vakti uyuklayan yarasalar...
Coen 350 kişilik bir Aborjin kasabası. Kasabada sadece 10
civarı beyaz var, aferdersiniz ama beyazların hepsi de birbirinden göt.
Kasabada dolaşırken basketbol sahasında Aborjin dansı yapan gençlere ve
çocuklara denk geldik. Hayatımda bu kadar Aborjini bir arada görmemişim,
danslarını hiç görmemişim, şaşkınlıkla ve hayranlıkla izledik. Böyle bir olayı
sittin sene göremezdik ; Aborjinlerin öz vatanlarında, küçücük bir Aborjin
kasabasında Aborjin dansı izliyorduk.
Ertesi gün Coen’de kazanın şokunu üzerimizden atmak
için bir günlük dinlenme molası verdik
kendimize. Biraz da kendimizi kandırıyoruz çünkü kasabada geri dönebileceğimiz hiçbir
araç yok, bildiğin tıkılıp kaldık aslında. J ( ne dilediğine dikkat edeceksin demiştim hatırlarsanız :) )
Sanki büyük bir bok yapmışız gibi bi de önünde poz veriyoruz :)
Yemek yapacak mutfağı buldum mu hiç durur muyum :)
Şöyle de bir uzaktan fotoğrafını çekelim dedik 3 gün boyunca kaldığımız yerin...
Etrafı dolanıyorum, markete gidiyorum, postaneye gidiyorum,
okuyacak kitap bulurum belki umuduyla, yok yok yok… Gazete yok mu ya diye
soruyorum markete, televizyon var ehe
ehe diye gülüyorlar. Abi diyorum napiyor
bu insanlar bütün gün burada. İş güç yok. Devlet Aborjinlere bi miktar para
ödüyor burada, bu insanlar da seslerini çıkarmadan yaşıyorlar. Sabah 11’de daha
bara gelip içmeye başlıyor bir kısmı.
Akşamüstü Alp’le dedik bir dolanmaya çıkalım, belki yine
dans falan ediyorlardır. Aldık fotoğraf makinesini ( bendeki makineler gitti
tabi, Alp’inkiyle sırayla fotoğraf çekiyoruzJ
).
Yol kenarında birkaç çocuk gördük, onlarla sohbet etmeye
başladık, sonra bu birkaç çocuk oldu bir sürü çocuk :) Biri benim sırtıma
atlıyor, öbürü Alp’in omuzlarına çıkmaya çalışıyor,i bir diğeri kollarımızdan
çekiyor. Kara çocuk dedin mi zaten benim zayıf noktamı bulursun, bayılırım bu
gözlerinin içi gülen, küçük şeylerle mutlu olan, çikolata tenli çocuklara…
Çocukla çocuk olduk, eğlendik, gülüştük beraber.
Ah senin o sırıtan suratını yerim yerim ben be...
Zıplayarak fotoğraf çekme denemeleri bunlar, göbek attığımızı falan sanmayın :)
Böyle de artislik pozlarımız var yalnız...
Ertesi gün yine akşamüstü yürüyüşünde yakaladı bunlar bizi. Yolun
karşısında kollarını açarak koşa koşa geliyorlar bize doğru. Öyle güzel
sarılıyor ki ,içimin yağları eriyor. Tuttu birkaç tanesi kolumdan diskoya davet
ediyor bizi. Ne diskosu ya diyorum, gel gel diyor J
Her Çarşamba ( sanırım çarşambaydı günlerdenJ ) kasabada çocuklar
için müzikli eğlence yapılyor, bir psikolog geliyor Cairns’ten, çocuklarla
ilgileniyor. Çocuklara hotdog falan dağıtıyorlar, oyunlar oynuyorlar, danslar
ediyorlar.
Gittik çocuklarla, onları hotdog sırasına yolladım
karınlarını doyursunlar diye ben de oturdum yerde serili halının üstüne. Daha
yeni duş almışım, saçlarımı kurusun diye salık bıraktım toplamadım. Tabi bu kız
çocuklarının gözünden kaçmadı. Kısa süre içerisinde sardılar etrafımı. Frozen
diye bir çizgi film varmış, oradaki prenses Anna’ymışım ben J Dakikalarca üşenmeden
saçlarımla oynadılar, şekilden şekile soktular. Ellerindeki hotdog kokusu
saçlarıma iyice sinene kadar uğraştılar J
Sonra karınları doyunca
dans etmeye başladık hep beraber. Aralarında birkaç tane zıpır
birbirlerini ittirip duruyorlar benimle dans etmek için. Her biri kucağına
alayım istiyor. Sırayla hepsiyle oynamaya çalışıyorum ama bazıları var ki hep
onunla oynayayım istiyor. Kendini yerlere atıp yalancıktan ağlamaya başlayanı
da cabası J.
Alp iyi mi ettik bu çocuklara kötü mü anlamadım diyorum J
Burada elini yandaki hotdoga bulayıp sonra saçıma sürüşünün belgesi ortaya çıktı işte :)
Ne güzelsiniz len öyle
Kız çocuklarının favorisi ben, erkek çocuklarının favorisi
de Alp’ti. He arada gelip gelip bana sarılan,i ne hikmetse kafasını mememe
koyarak, elini popoma koyarak sarılan ufak ufak veletler vardı. Erkek değil mi
7sinde 70sinde kafa böyle çalışıyor demek ki J
Gezimin devamını bir sonraki yazımda yazacağım, ben yazmaktan yoruldum siz de okumaktan
yorulmuşsunuzdur J
En kısa zamanda yeni yazıyla görüşmek üzere J
2 Mart 2015 Pazartesi
Neler öğrendim bu 1,5 senede ?
2 hafta sonra 30 yaşıma giriyorum. 30 güzel yıl yaşadım, neredeyse
yolun yarısı diyecek yaşa yaklaştım. Şunu fark ettim bu güzel yaşımda ki hayatımın
en güzel yıllarını son 1,5 senede yaşadım ben…
1,5 sene önce hayatım değişti. Önce vejetaryen oldum, sonra
sigarayı bıraktım, sonra yogaya başladım, sonra içimdeki sese kulak verdim ve
hayatımdan şikayet etmek yerine hayatımı değiştirmeye karar verdim. İşi
bıraktım, evi kapattım ve attım kendimi yollara…
Çok yollar teptim, hayatımda olabileceğimi tahmin etmediğim
yerlerde yapabileceğimi tahmin etmediğim şeyler yaptım. Çok öğretiler dinledim,
çok düşündüm,çok hissettim, çok ama çok şey öğrendim ben 1,5 senede.
Hayata çok güzel gözlerle bakmayı öğrendim mesela. O kadar güzelmiş
ki yaşamak… Her anımı hissederek yaşamayı, hissettiğim her anımdan keyif almayı
öğrendim. İçtiğim su daha bir güzel, yediğim her yemek daha bir lezzetli,
attığım her adım daha bir anlamlı, dinlediğim her müzik daha bir keyifli…
Hayattan şikayet etmek yerine hayattan zevk almayı öğrendim ben, anda yaşamayı,
anın mutluluğunu tatmayı, şükretmeyi, minnet duymayı,teşekkür etmeyi öğrendim.
İçimdeki mutluluğu görmeyi ve her zaman bu mutlulukla
yaşamayı öğrendim. Mutluluk sembolü diye saydığınız hiçbir şey yok hayatımda:
ev, kariyer,araba ,eş,çocuk… Ama şimdiye kadar hiç olmadığım kadar evet evet
tam anlamıyla hiç olmadığım kadar mutluyum, keyifliyim, huzurluyum 1,5 senedir.
Eşyalara bağlı yaşamamayı öğrendim, “yeteri kadar” kavramını
öğrendim. Mesela 15 çanta yerine 3 çantayla yaşamayı, 20 elbise yerine 3, 50
t-shirt yerine 10… Artık süslü vitrinlerin önünden geçerken “gerçekten
ihtiyacım var mı?” sorusunu kendime yöneltebiliyorum. Kendimi tutamayıp içeri
daldığım, “ya ama bu elbiseye ihtiyacım(!) vaaaar.”diye kendimi kandırdığım günler olmadı
dersem yalan olur, ama inanın gerçekten kendimle savaşlar verip nefsimi
yendiğim günlerin sayısı çok çok daha fazla. Bazen sadece acı acı gülümsüyorum
insanların çılgınlığını görünce, “dışımıza” önem verdiğimiz kacar “içimize” de
verebilseydik keşke…
Bunun farkına varabildiğim ve içime yönelme fırsatını
kendime verdiğim için kendime minnettarım. Ben neyim? Nasıl iyi insan olurum?
Nasıl gerçek “ben”i bulurum?... sorularına yönelttim ben kendimi 1,5 senedir.
Bir sürü öğretiyi dinledim, her birinden kendime parçalar seçtim ve o “bir yan”ıma
ekledim.
,
Hiçbir canlıya zarar vermemeyi öğrendim mesela. Hiçbir canlının
yaşam hakkını elinden almıyorum bilinçli olarak; ne sivrisineğin, ne örümceğin
ne de her hangi bir hissedebilen, minimal de olsa bilince sahip olan varlığın,
yaşamlarına saygı duyuyorum diğer canlıların, elimden geldiği kadar…Et yemeyi
zaten bıraktım. İyi bir karma büyüttüğüme inanıyorum içimde. Huzurluyum bilinçli
olarak can almadığım için, hiçbir canlını ölü bedenini vücuduma katmadığım
için. Yediğim yemek artık o kadar lezzetli ki… Yemeğimdeki tek gözyaşı soğan
doğrarken gözlerimden akan. Hiçbir yavruyu
anasından ayırmıyorum benim aç gözüm doysun diye. Evrendeki yerimin “avcı”
olmadığını biliyorum. Bir sürü alternatif sunulmuş doğada bize karnımızı
doyurmak için ve de akıl sunulmuş bizlere bu alternatiflerden daha da başka
alternatifler yaratabilmemiz için.
Hiçbir hayvanın ölüm korkusuyla vücuduna salgıladığı
toksinleri almadığım için, bağırsaklarımda öğütmekte zorlanılan bir cesedin
parçalarını günlerce taşımadığım için daha sağlıklı hissediyorum kendimi zihnen
ve bedenen.
Empatiyi öğrendim bu 1,5 senede. Diğer canlıların benden çok
da farklı olmadıklarını, tüm canlıların birbirimize görünmek bağlarla bağlı
olduğumuzu… Bir canlının canını acıttığımda kendi canımın da acıdığını
öğrendim.
Nefret etmemeyi öğrettim kendime. Egomdan arınmayı. Bir şeyi
tüm kalbimle, gerçekten, hırslarımdan arınarak, egomu yenerek istediğimde
evrenin bana yardım edeceğini öğrendim tecrübeyle.
Hiçbir canlıyı sahiplenmemeyi, “benim” dememeyi,
bağlanmadan, sahiplenmeden sevmeyi öğrendim. Sevginin çok büyük olduğunu, o
dramatik arabesk filmlerdeki sevgi(!)lerin hastalık olduğunu, gerçek sevginin
karşılık beklemeden, sahiplenmeden olacağını öğrendim. Kimsenin hayatına
karışmamayı ve kimseyi hayatıma karıştırmamayı öğrendim.
Her ne kadar yalnız olsam da yalnızlığımdan sıkılmamayı, kendimden
keyif almayı öğrendim( bunu zaten biliyor olduğumu itiraf etmeliyim). Kendimi
sevmeyi, makyajsız sokağa çıkabilmeyi, saçlarımı boyamamayı öğrendim,kendimi
beğenmeyi öğrendim…
Hayallerim her zaman benim en güzel dostum, onlar için
savaşmayı ama yaşadığım anı da sevmeyi öğrendim.
En güzel dünya üzerinde var olduğumuz, en güzel hayat şuanda
yaşadığımız, en güzel beden şimdi sahip olduğumuz. Ben 30 yaşına ramak kala
kendimi sevmeyi öğrendim…
2 Ekim 2014 Perşembe
Holi Festivali Nedir ? Vrindavan'da Holi
Holi Festivali'ni
Hindistan'da hem de anavatanı Vrindavan'da kutlamak da varmış kaderimde, ne
demişler kaderinizi çizmek sizin elinizde :)
Holi Festivali artık dünyanın bir çok yerinde eğlence amaçlı kutlanan renklerin festivali ama işin özünde bu eğlenceli festival Hindu'ların bir dini bayramı. Holaka veya Phagwa da denen bu festival Hindu aylarından Phalguna'nın dolunay zamanından hemen sonra kutlanıyor. ( mart ayının başlarına denk geliyor ). Bu festivalde bahar kutlanır. Kışın kasvetli havasından kurtulmak için renklerle eğlenilir ve baharın getirdiği canlılığın herkesin yüzüne yansıması sağlanır. İnsanlar birbirlerine pudra ya da sıvı boyalar atarak eğlenirler, dans ederler , şarkılar söylerler. Holi kutlamaları bir önceki akşam yakılan ateş ile başlar, ateşin etrafında şarkılar söylenir danslar edilir.
Holi'nin tarihiyle ilgili birkaç mitolojik hikayeye rastlanır:
Bir efsaneye göre Holi kelimesinin şeytan kral Hiranyakashipu'nun kötü ruhlu kardeşi Holika'nın isminden geldiği söylenir. Hiranyakashipu Tanrı olduğunu iddia etmektedir ve herkesin ona ibadet etmesini istemektedir. Fakat öz oğlu Prahlada buna karşı çıkar. Prahlada Tanrı Vishnu’nun adanmışlarındandır ve ona ibadet etmektedir. Hiranyakashipu oğlunu türlü zalimliklerle cezalandırmak ister fakat bunların hiçbiri Prahlada’yı etkilemez, o yine doğru bildiği yoldadır. Sonunda Holika- Prahlada’nın şeytan halası- onu kendisiyle birlikte ateşin üzerine oturmak için kandırır. Holika onun ateşte yanmasını engelleyecek bir pelerin giyer fakat Prahlada’nın bundan haberi yoktur.Ateş gürlemeye başladığında pelerin Holika’dan kayar ve Prahlada’yı örter, Holika yanar ve Prahlada sağ kalır. Vishnu belirir ve Hiranyakashipu’yu öldürür. Daha sonraki yıllarda iyiliğin kötülüğü yenmesinin sembolü olarak bu şenlik ateşi yakılarak Holi kutlanır.
Bu efsanede Vishnu Aslan Avatar olarak beliriyor. Neden böyle belirdiği de başka bir yazının konusu olabilir...
Başka efsane de Hindu
tanrılarından Lord Shiva ile ilgili. Shiva meditatif doğası ile bilinir,
saatlerce derin meditasyonda kalır. Aşkın Tanrısı Madana Shiva’nın azmini test
etmek ister ve güzel bir nymph olarak ona belirir. Fakat Shiva Madana’yı tanır
ve çok sinirlenir, üçüncü gözünden bir ateş fırlatır ve onu küle çevirir. Holi
şenlik ateşinin temeli olarak bu efsaneyi anlatanlar da vardır.
Holi festivali ayrıca Lord
Krishna ve Radha’nın aşkıyla bağlantılı olarak da anılır. Efsaneye göre genç
Krishna annesi Yashoda’ya Radha’nın ten renginin açık olmasına rağmen neden kendisinin
koyu tenli olduğundan yakınmaktadır.Yashoda ana Krishna’ya Radha’nın yüzüne
boyalar sürmesinin ve onun teninin renginin de nasıl değiştiğini görmesini
önerir. Radha ve Krishna arasında oynanan bu renk oyunu daha sonra holi
festivali olarak kutlanmaya başlanır. Özellikle Krishna’nın belirdiği şehirler olan Vrindavan ve Mathura’da Krishna
adanmışları ona olan sevgilerini göstermek amacıyla bu festivali kutlamaktadır.
Holi festivalini Vrindavan'da kutlama şansına sahip oldum, bazı kareleri sizlerle paylaşmak isterim.
Bu güzellik de boya satma derdinde...
"Çek bakalım bi fotoğrafımızı bizim de"
İnecikler sessizce kafalarını uzatıyorlar boyansınlar diye...
Deli her yerde deli :)
Böyle çete halinde geziyorlar...
Yakalanırsanız bu hale geliyorsunuz :)
Yamuna nehri çevresi insan yığını...
Gurular da holi oynar:)
Yepyeni Gopi elbisemi rengarenk yapmış da olsalar kimseye kızdım mı? Tabi ki hayır :)
Tüm renklerin güzelliği sizinle olsun, hayatınız rengarenk, mutluluk dolu, sevgi dolu, aşk dolu, huzur dolu olsun!!!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)