Facebook link

https://www.facebook.com/gezginyogini

18 Haziran 2015 Perşembe

DÜNYANIN EN ESKİ YAĞMUR ORMANINDA ISLANMAYA VAR MISINIZ ?


Gelelim hikayemizin devamına…

(Bir önceki yazıyı okumayanlar için özetle Avustralya’nın kuzey ucunda, Capeyork bölgesinde, arabayı nehre yuvarlayıp bir aborjin kasabasında 3 gün boyunca sıkışıp kaldığımızdan bahsetmiştim bir önceki yazımda. )

Arabanın döndürülmüş, kenara çekilmiş hali...
3 günü nehirden çıkarılmış kırık dökük arabanın dibinde yemekler, sohbetler yaparak geçirdikten sonra sonunda bizi Cairns’e götürecek bir araba bulabildik. Ömer ve Allyce bizden bir gün önce yola çıkmışlardı. Kasaba halkından birisi arabasında 2 kişilik yer olduğunu ve Cairns’e yakın bir yer lere kadar onları bırakabileceğini söylemişti. Planımız yolun yarısından sonrasını otostopla devam etmeleri ve Cairns’ten araba kiralayıp buraya gelip bizi almalarıydı. Ama sonra buradan bizi Cairns’e bırakacak araç bulunca gerek kalmadı. Cairns’te buluşmamız ayrı bir macera. Tüm kamp malzemeleri, çadırlar, eşyalarla büyük bir alışveriş merkezinin otoparkında evsizler gibi konaklayıp 7 saat boyunca Ömer’e ulaşmaya çalışıp herkesleri ayağa kaldırdık, meğer beyimiz bizi akşam gelecek sanıyormuş. Hafif bir gerginlikten sonra akşam tatlıya bağladık her şeyi, ertesi gün için planları yapmaya başladık hemen J

Kiraladığımız araba bir hippi karavanı, turuncu, üzerinde grafitiler olan şirin mi şirin bir karavan. Giderken cool siyah jip, dönerken turuncu bir hippi karavanı J
Dedik ki madem buralara kadar geldik bir şeyler yapalım. Ben dalış yapmaktan yanaydım. Dünyanın en iyi dalış yerlerinden birinde : Great Barrier Reef’teyiz ya, daha ne olsun. Bizimkileri ikna edemedim pekı, hava şöyle böyle dediler, Alp zaten daha önce dalış yaptığı için burada tekrardan o parayı verme taraftarı değildi. En son raftinge karar kıldık.

Hayatım boyunca niyeyse su sporlarından korkmuşumdur arkadaş. Denizde yüzmeye bayılırım deniz sakin olduğu sürece, ama şu dalgalarda boğuşma olayları korkutuyor beni J Dalıştan korkmayıp raftingten korkan bi insan evladıyım işte J İçimde inanılmaz bir korkuyla giydim o yelekleri, bildiğin kalbim küt küt atıyor, kesin balımıza bir şey gelecek diye evhamlar yapıyorum içimden. Bungee jumping yaparken böyle ürkmeyen ben bildiğin korkuyorum abicim. Neyse başımızdaki lider ben şunu deyince bunu yapacaksınız, bunu deyince şunu falan diye anlattı, eyvallah dedik başladık yola. Korku yavaşça geçti, kendisini keyfe bıraktı. Eğlenmeye bile başladım ya J Yağmur ormanı içerisinde mükemmel manzaralı bir nehirden bahsediyoruz, etrafın güzelliğine hayran kalmamak elde değil, sırf bu güzelliği görmek için bile bu korkuyla yüzleşilirmiş…,

Ertesi gün ben daha atraksiyonlu şeyler peşindeyken oylamalar sonucunda yağmur ormanlarında teleferik gezisinde karar kılındı. Gördüğüm en iyi manzaralardan biri diyebilirim bunun için de. Dünyanın en eski yağmur ormanının üzerindeydik. Alp’in teleferikten korkması bizim gezimizi daha bir eğlenceli hale getirdi tabi ki, teleferikte çekilen halay gibisi yokmuş onu deneyimledik J





Teleferiğin Kuranda adında şirin bir köyde istasyonu var, genelde turistik eşyaların satıldığı bir bölge.




Bir de yağmur ormanının ortasında bir istasyonu var teleferiğin . Yağmur ormanında olup da yağmura yakalanmamak elde değil tabi ki, güzelce ıslandık hepimiz J








Ertesi gün attık kendimizi yollara. Akşam Bowen isimli bir kasabada konakladık. Deniz kenarında şirin bir yer. Akşam sahil kenarı sohbetleri, vegan-etçi tartışmaları J ( vallahi artık yoruldum Ömer’e anlatmaktanJ ).

Avustralya’da gördüğüm en güzel denizmiş meğer , ertesi gün farkettim. Sabah yürüyüşe diye çıktım erkenden, baktım inanılmaz sakin dalgasız bir deniz, hemen geri dönüp bikinileri giydim sabahın köründe sakin, çarşaf gibi denizde yüzdüm yüzdüm yüzdüm… Seyahatin en güzel anlarından biriydi. Sakin denizde yüzmeyi ne çok özlemişim ya...



Şunu da itiraf edeyim ki yüzmeden dakikalarca denizin içerisindeki yılan olup olmadıklarına karar veremediğim garip yaratıkları izledim, en sonunda bir çeşit yosun olduklarına karar verip attım kendimi sulara J

O taraflara yolunuz düşerse Bowen mutlaka görülmesi gereken bir deniz, tavsiyemi yazın kenara. ( ulan Türkçe yazdığımı blogda kaç kişinin Avustralya’ya yolu düşecek acaba onu da merak ediyorumJ )

Günün akşamında gece 2 civarı evdeydik sonunda. Anahtarları kazada kaybettim, en arkadaşım arkadaşım arka bahçeye benim için bir anahtar sakladı, o sayede girdim içeri. Ama bu anahtar benim odanın kapısını açmadı işte J Aksilikler devam etmekteydi J Salonda iki kişilik koltuğa kıvrılıp sabah olmasını beklemekten başka çarem yoktu. Ertesi gün çilingir çağırdım, 5 dakikalık iş için 80 dolar…Ülkemin çilingirlerinin ellerinden, gözlerinden öperim J

Bir macera da burada son bulurken büyüklerin ellerinden , küçüklerin gözlerinden J




10 Haziran 2015 Çarşamba

AVUSTRALYA'DA KÜÇÜCÜK BİR ABORJİN KASABASINDA 3 GÜN SIKIŞIP KALSANIZ... e bi zahmet okuyalım o zaman

6 ay oldu Avustralya’ya geleli. Brisbane’de yaşıyorum ve Brisbane’ın  en fazla 2 saat uzaklığındaki birbirinden güzel yerleri gezebildim fırsat buldukça. 

Bir iki ay önce bir arkadaşım dedi ki : “ Yaw ben Avustralya’nın en kuzey ucuna , zorlu bir off road yolculuğuna çıkacağım.” Zorlu bir şeyler, ölüm kalım, timsahlar… falan duyunca heyecanlandım tabi, dedim ki beni de alın len, dedi ki olur.

Günler geldi geçti, yolculuk vakti yaklaştı. Yolculuğun mimarı arkadaş pek bir heyecanlı, adam hayalini gerçekleştirecek. Elindeki bilmem kaç bin dolarlık jipe yine bir o kadar harcama yapıp, anlamadığım bir sürü aksesuar ekletip bu yolculuğa hazır hale getirmiş. Aylardır anlatıyor bir şeyler : bugün şunu eklettim, şu gün bunu falan filan diye. Hiç de anlamam arabadan , araba parçasından ;“hee iyimiş falan” deyip, yalancıktan “süpppperrr”  gibi tepkiler vererek ilgiliymiş, anlıyormuş gibi gözükmeye çalıştım ama bence o da yememiştirJ Neyse işte tekerleklere bir şeyler yaptırmış, jantlara( tam olarak neresi bilmiyorumJ ) bir şeyler, arabanın önüne demirler taktırdı ( kesin vardır bir adı da bana sormayınJ ), sonra arabanın üstüne demirler falan takıldı , komando kutularını taşısın diye, motora falan da yaptırdı tabi bir şeyler, süspansiyon gibi bir şeylerden bahsettiklerini duydum J ( Ha bu arada ehliyetim var ha benim, 2004 yılında vermişlerdi, kimlik niyetine kullanıyorum geneldeJ )

Neyse konumuza dönelim, yolculuk günü geldi çattı. Hepimizde tatlı bir heyecan, göreceğimiz yerler şimdiye kadar hiç birimizin dünya üzerinde görmediği güzellikte. Timsah dolu nehirlerden geçecek olmanın ürpertici heyecanı, Eliot Falls-Twin Falls şelalerinde yüzecek olmanın mutluluğu,Pappua Yeni Gine’ye karşı kıyıdan baybay yapma geyikleri, zorlu Gunshot Tracktan geçebilecek miyiz merakı… şunlar bunlar, güzel heyecanlar yani…
,
 Hamdi’nin Canon’u, Kutay’ın Sony GoPro’su inanılmaz manzaralara şahit olmak için benim güvenli (!) ellerimde. Tüm hazırlıklar tamam, ben hazırım yeni bir maceraya.,

Cumartesi sabahı 07.30’da gayet cool siyah jipimiz geldi kapıya beni almak için. 3 Türk 1 Ozi ( Avustralyalılar kendilerine Ozi  diyorlar burada), 2 et yiyici 2 vegan , onu alalım  bunu almayalım, şu olur bu olmaz derken alışverişlerimizi tamamladık , çıktık yollara. 32 saat yemek ve çiş molaları hariç durmadan araba sürmeye devam ettik. Pazar günü 4 civarı ilk kamp alanımıza vardık, Musgrave Roadhouse.



Bu gördüğünüz tepecikler termit adlı karıncaların karınca yuvası...


Çadırlar kuruldu, yemekler yapıldı, ateş yakıldı, ateş başı sohbetleri yapıldı. Ertesi sabah 11 civarı Musgrave’den ayrıldık, hedef o gün Bramwell Junction’a ulaşmak, 350 km kadar. Ertesi gün de yolculuğun zorlu kısmına başlamayı hedefliyoruz.

Araba bildiğiniz benzin emiyor,içiyor lıkır lıkır, sık sık durup yolda benzin alıyoruz. Yol üzerinde Coen adında bir kasabada durduk benzin almak ve birkaç ihtiyacımızı almak için. Artık tropikal iklim bölgesindeyiz, yemyeşil, küçücük, şirin mi şirin bir kasaba. Ay dedim ben kalırım burada, beni burada bırakın ya birkaç gün kalasın var geyiği yapıyorum bizimkilere. Ne dilediğine çok dikkat edeceksin diye bir laf vardır bilirsiniz J ( bu sözümü okumaya devam ettikçe anlayacaksınız.)

Kasaba aklımda kalıyor, ben buraya bir daha nasıl gelirim hayalleri kurarken biz yolculuğa devam ediyoruz. Devam ediyoruz dediğim sanırım yarım saat kadar devam edebildik. Yollar artık asfalt falan değil, engebeli, jip tarzı bir araç haricinde aşılamayacak kıvamda. Ehliyet kemerlerini takmamışız, rahat rahat yayıla yayıla gidiyoruz. Alp’in pahalı bir şapkası var elimde, şapkanın içindeki komik yazıları okuyorum gülüyorum kendi kendime. Tam o sırada karşıdan bir arabanın bizimle aynı şeritten geldiğini ve neredeyse burun buruna geleceğimizi fark ettim. Ömer arabayı sağa sola kıvırarak toparlamaya çalışıyordu, ta ki bir yokuştan inene kadar. Yokuşun aşağısında köprü ve nehir. Nehri gördüm tamam dedim gidiyoruz biz. Nehrin tam kenarında ahanda durduk derken dengenin bozulmasıyla yavaşça nehre doğru yuvarlandık arabayla. O iki saniye içinde ne oldu bilmiyorum, böyle kaza anları kalmıyor insanın aklında, niyeyse beyin o 2 saniyeyi kodlayıp da hatıralar hanesine eklemiyor.

Sonra kendime geldiğimde suları gördüm tam gözümün önünde, herkes üzerimde, inanılmaz bir ağırlık. İçeri su dolacak diye korkuyorum, “çıkın dışarı , çıkın!!!” diye bağırıyorum. Alp “Burcu iyi misin?” diyor, “çıkın çıkın” diyorum sadece. Aslan parçası kardeşim Alp’in yardımıyla arabadan çıkıyoruz.

Yoldan geçen bir araba duruyor ve onun yardımıyla arabayı nehrin içinde çeviriyoruz , eşyaları almaya başlıyoruz teker teker. Herkesin çantaları bir bir çıkıyor, turuncu sırt çantam çıktı ama umrumda bile değil sadece kıyafetlerimin olduğu çanta o. Ben siyah küçük sırt çantamın peşindeyim. Alp bulacağım diye sözler veriyor ama çanta arabadan çıkmıyor çok ilginçtir ki. Nehrin içini aramaya başlıyoruz. Aslan parçası kardeşim yine iş başında, nehrin içinde benim çantamı arıyor. ( sonra polisten öğreniyoruz ki meğer timsah çıkma olasılığı varmış.)

Yok, çantam yok. Kazadan 5 dakika önce Alp’le arabada pasaportu kaybedersek sıçtık oğlum, geçici pasaport alabilirsin onunla da başka ülkeye geçemezsin Türkiye’ye dönmen gerekir muhabbeti yapıyoruz. Bu muhabbetin üzerine ben pasaportu kaybedince başladım ağlamaya. Sadece pasaport da değil arkadaşlarımdan aldığım iki adet kamera, elektronik kitap okuyucum,telefonum,günlüğüm, ıvır zıvırım , tüm önemli mühimmatlarım çantada. (Banka kartımı Coen’de alışveriş yapmak için çıkarmış bel çantama koymuştum, onu kurtardım en azından.)

Sırtımda bir ağrı var ama polise bir şey söylemiyorum. Hastaneye kaldırsalar faturayı görünce al diyetim diye kolunu keser bırakır insan, öyle paralar konuşuyor burada. Dedim ki yoktur bir şeyin Burcucum kıllatma. Ambulansla Alp ve ben Coen’e bırakıldık.



Coen’de Sexchange Hotel adında bir otelde kalıyoruz, başka alternatifimiz yok, küçücük bir kasaba. ( sexchange oteller Avustralya’da kamyon şoförlerinin durakladığı ve malum ihtiyaçlarını karşıladıkları oteller. )Bizim kaldığımız yer adını Exchange Hotel diyor ama başına da uyduruk bir S koymaktan geri kalmıyor, aklımız karıştı ama yapacak başka bir şey yoktu, tuttuk odaları.
Alp’le gelsinler diye bekliyoruz, sanırım 2-3 saat sonra kadar gelebildi Ömer ve Allyce. Bu süre içerisinde biz de kasabayı dolaşalım biraz dedik Alp’le. Dolaşmak derken tüm kasaba etrafını yürümek 20 dk’da bitiyor zaten.





Ağaç dallarında görünen kara kara benekler gündüz vakti uyuklayan yarasalar...


Coen 350 kişilik bir Aborjin kasabası. Kasabada sadece 10 civarı beyaz var, aferdersiniz ama beyazların hepsi de birbirinden göt. Kasabada dolaşırken basketbol sahasında Aborjin dansı yapan gençlere ve çocuklara denk geldik. Hayatımda bu kadar Aborjini bir arada görmemişim, danslarını hiç görmemişim, şaşkınlıkla ve hayranlıkla izledik. Böyle bir olayı sittin sene göremezdik ; Aborjinlerin öz vatanlarında, küçücük bir Aborjin kasabasında Aborjin dansı izliyorduk.
Ertesi gün Coen’de kazanın şokunu üzerimizden atmak için  bir günlük dinlenme molası verdik kendimize. Biraz da kendimizi kandırıyoruz çünkü kasabada geri dönebileceğimiz hiçbir araç yok, bildiğin tıkılıp kaldık aslında. J  ( ne dilediğine dikkat edeceksin demiştim hatırlarsanız :) )


Sanki büyük bir bok yapmışız gibi bi de önünde poz veriyoruz :)

Yemek yapacak mutfağı buldum mu hiç durur muyum :)

Şöyle de bir uzaktan fotoğrafını çekelim dedik 3 gün boyunca kaldığımız yerin...


Etrafı dolanıyorum, markete gidiyorum, postaneye gidiyorum, okuyacak kitap bulurum belki umuduyla, yok yok yok… Gazete yok mu ya diye soruyorum markete,  televizyon var ehe ehe diye gülüyorlar.  Abi diyorum napiyor bu insanlar bütün gün burada. İş güç yok. Devlet Aborjinlere bi miktar para ödüyor burada, bu insanlar da seslerini çıkarmadan yaşıyorlar. Sabah 11’de daha bara gelip içmeye başlıyor bir kısmı.

Akşamüstü Alp’le dedik bir dolanmaya çıkalım, belki yine dans falan ediyorlardır. Aldık fotoğraf makinesini ( bendeki makineler gitti tabi, Alp’inkiyle sırayla fotoğraf çekiyoruzJ ).
Yol kenarında birkaç çocuk gördük, onlarla sohbet etmeye başladık, sonra bu birkaç çocuk oldu bir sürü çocuk :) Biri benim sırtıma atlıyor, öbürü Alp’in omuzlarına çıkmaya çalışıyor,i bir diğeri kollarımızdan çekiyor. Kara çocuk dedin mi zaten benim  zayıf noktamı bulursun, bayılırım bu gözlerinin içi gülen, küçük şeylerle mutlu olan, çikolata tenli çocuklara… Çocukla çocuk olduk, eğlendik, gülüştük beraber.


Ah senin o sırıtan suratını yerim yerim ben be...

Zıplayarak fotoğraf çekme denemeleri bunlar, göbek attığımızı falan sanmayın :)

 Oğlum kilon benim kadar y a, 43 kilo kızım ben :)

Böyle de artislik pozlarımız var yalnız...


Ertesi gün yine akşamüstü yürüyüşünde yakaladı bunlar bizi. Yolun karşısında kollarını açarak koşa koşa geliyorlar bize doğru. Öyle güzel sarılıyor ki ,içimin yağları eriyor. Tuttu birkaç tanesi kolumdan diskoya davet ediyor bizi. Ne diskosu ya diyorum, gel gel diyor J

Her Çarşamba ( sanırım çarşambaydı günlerdenJ ) kasabada çocuklar için müzikli eğlence yapılyor, bir psikolog geliyor Cairns’ten, çocuklarla ilgileniyor. Çocuklara hotdog falan dağıtıyorlar, oyunlar oynuyorlar, danslar ediyorlar.

Gittik çocuklarla, onları hotdog sırasına yolladım karınlarını doyursunlar diye ben de oturdum yerde serili halının üstüne. Daha yeni duş almışım, saçlarımı kurusun diye salık bıraktım toplamadım. Tabi bu kız çocuklarının gözünden kaçmadı. Kısa süre içerisinde sardılar etrafımı. Frozen diye bir çizgi film varmış, oradaki prenses Anna’ymışım ben J Dakikalarca üşenmeden saçlarımla oynadılar, şekilden şekile soktular. Ellerindeki hotdog kokusu saçlarıma iyice sinene kadar uğraştılar J  
Sonra karınları doyunca  dans etmeye başladık hep beraber. Aralarında birkaç tane zıpır birbirlerini ittirip duruyorlar benimle dans etmek için. Her biri kucağına alayım istiyor. Sırayla hepsiyle oynamaya çalışıyorum ama bazıları var ki hep onunla oynayayım istiyor. Kendini yerlere atıp yalancıktan ağlamaya başlayanı da cabası J. Alp iyi mi ettik bu çocuklara kötü mü anlamadım diyorum J




Burada elini yandaki hotdoga bulayıp sonra saçıma sürüşünün belgesi ortaya çıktı işte :)


Ne güzelsiniz len öyle


Kız çocuklarının favorisi ben, erkek çocuklarının favorisi de Alp’ti. He arada gelip gelip bana sarılan,i ne hikmetse kafasını mememe koyarak, elini popoma koyarak sarılan ufak ufak veletler vardı. Erkek değil mi 7sinde 70sinde kafa böyle çalışıyor demek ki J






Gezimin devamını bir sonraki yazımda yazacağım, ben  yazmaktan yoruldum siz de okumaktan yorulmuşsunuzdur J

En kısa zamanda yeni yazıyla görüşmek üzere J


2 Mart 2015 Pazartesi

Neler öğrendim bu 1,5 senede ?

2 hafta sonra 30 yaşıma giriyorum. 30 güzel yıl yaşadım, neredeyse yolun yarısı diyecek yaşa yaklaştım. Şunu fark ettim bu güzel yaşımda ki hayatımın en güzel yıllarını son 1,5 senede yaşadım ben…

1,5 sene önce hayatım değişti. Önce vejetaryen oldum, sonra sigarayı bıraktım, sonra yogaya başladım, sonra içimdeki sese kulak verdim ve hayatımdan şikayet etmek yerine hayatımı değiştirmeye karar verdim. İşi bıraktım, evi kapattım ve attım kendimi yollara…

Çok yollar teptim, hayatımda olabileceğimi tahmin etmediğim yerlerde yapabileceğimi tahmin etmediğim şeyler yaptım. Çok öğretiler dinledim, çok düşündüm,çok hissettim, çok ama çok şey öğrendim ben 1,5 senede.

Hayata çok güzel gözlerle bakmayı öğrendim mesela. O kadar güzelmiş ki yaşamak… Her anımı hissederek yaşamayı, hissettiğim her anımdan keyif almayı öğrendim. İçtiğim su daha bir güzel, yediğim her yemek daha bir lezzetli, attığım her adım daha bir anlamlı, dinlediğim her müzik daha bir keyifli… Hayattan şikayet etmek yerine hayattan zevk almayı öğrendim ben, anda yaşamayı, anın mutluluğunu tatmayı, şükretmeyi, minnet duymayı,teşekkür etmeyi öğrendim.

İçimdeki mutluluğu görmeyi ve her zaman bu mutlulukla yaşamayı öğrendim. Mutluluk sembolü diye saydığınız hiçbir şey yok hayatımda: ev, kariyer,araba ,eş,çocuk… Ama şimdiye kadar hiç olmadığım kadar evet evet tam anlamıyla hiç olmadığım kadar mutluyum, keyifliyim, huzurluyum 1,5 senedir.

Eşyalara bağlı yaşamamayı öğrendim, “yeteri kadar” kavramını öğrendim. Mesela 15 çanta yerine 3 çantayla yaşamayı, 20 elbise yerine 3, 50 t-shirt yerine 10… Artık süslü vitrinlerin önünden geçerken “gerçekten ihtiyacım var mı?” sorusunu kendime yöneltebiliyorum. Kendimi tutamayıp içeri daldığım, “ya ama bu elbiseye ihtiyacım(!)  vaaaar.”diye kendimi kandırdığım günler olmadı dersem yalan olur, ama inanın gerçekten kendimle savaşlar verip nefsimi yendiğim günlerin sayısı çok çok daha fazla. Bazen sadece acı acı gülümsüyorum insanların çılgınlığını görünce, “dışımıza” önem verdiğimiz kacar “içimize” de verebilseydik keşke…

Bunun farkına varabildiğim ve içime yönelme fırsatını kendime verdiğim için kendime minnettarım. Ben neyim? Nasıl iyi insan olurum? Nasıl gerçek “ben”i bulurum?... sorularına yönelttim ben kendimi 1,5 senedir. Bir sürü öğretiyi dinledim, her birinden kendime parçalar seçtim ve o “bir yan”ıma ekledim.
,
Hiçbir canlıya zarar vermemeyi öğrendim mesela. Hiçbir canlının yaşam hakkını elinden almıyorum bilinçli olarak; ne sivrisineğin, ne örümceğin ne de her hangi bir hissedebilen, minimal de olsa bilince sahip olan varlığın, yaşamlarına saygı duyuyorum diğer canlıların, elimden geldiği kadar…Et yemeyi zaten bıraktım. İyi bir karma büyüttüğüme inanıyorum içimde. Huzurluyum bilinçli olarak can almadığım için, hiçbir canlını ölü bedenini vücuduma katmadığım için. Yediğim yemek artık o kadar lezzetli ki… Yemeğimdeki tek gözyaşı soğan doğrarken gözlerimden akan.  Hiçbir yavruyu anasından ayırmıyorum benim aç gözüm doysun diye. Evrendeki yerimin “avcı” olmadığını biliyorum. Bir sürü alternatif sunulmuş doğada bize karnımızı doyurmak için ve de akıl sunulmuş bizlere bu alternatiflerden daha da başka alternatifler yaratabilmemiz için.

Hiçbir hayvanın ölüm korkusuyla vücuduna salgıladığı toksinleri almadığım için, bağırsaklarımda öğütmekte zorlanılan bir cesedin parçalarını günlerce taşımadığım için daha sağlıklı hissediyorum kendimi zihnen ve bedenen.

Empatiyi öğrendim bu 1,5 senede. Diğer canlıların benden çok da farklı olmadıklarını, tüm canlıların birbirimize görünmek bağlarla bağlı olduğumuzu… Bir canlının canını acıttığımda kendi canımın da acıdığını öğrendim.

Nefret etmemeyi öğrettim kendime. Egomdan arınmayı. Bir şeyi tüm kalbimle, gerçekten, hırslarımdan arınarak, egomu yenerek istediğimde evrenin bana yardım edeceğini öğrendim tecrübeyle.

Hiçbir canlıyı sahiplenmemeyi, “benim” dememeyi, bağlanmadan, sahiplenmeden sevmeyi öğrendim. Sevginin çok büyük olduğunu, o dramatik arabesk filmlerdeki sevgi(!)lerin hastalık olduğunu, gerçek sevginin karşılık beklemeden, sahiplenmeden olacağını öğrendim. Kimsenin hayatına karışmamayı ve kimseyi hayatıma karıştırmamayı öğrendim.

Her ne kadar yalnız olsam da yalnızlığımdan sıkılmamayı, kendimden keyif almayı öğrendim( bunu zaten biliyor olduğumu itiraf etmeliyim). Kendimi sevmeyi, makyajsız sokağa çıkabilmeyi, saçlarımı boyamamayı öğrendim,kendimi beğenmeyi öğrendim…

Hayallerim her zaman benim en güzel dostum, onlar için savaşmayı ama yaşadığım anı da sevmeyi öğrendim.


En güzel dünya üzerinde var olduğumuz, en güzel hayat şuanda yaşadığımız, en güzel beden şimdi sahip olduğumuz. Ben 30 yaşına ramak kala kendimi sevmeyi öğrendim…