6 ay oldu Avustralya’ya geleli. Brisbane’de yaşıyorum ve
Brisbane’ın en fazla 2 saat
uzaklığındaki birbirinden güzel yerleri gezebildim fırsat buldukça.
Bir iki ay önce bir arkadaşım dedi ki : “ Yaw ben
Avustralya’nın en kuzey ucuna , zorlu bir off road yolculuğuna çıkacağım.”
Zorlu bir şeyler, ölüm kalım, timsahlar… falan duyunca heyecanlandım tabi,
dedim ki beni de alın len, dedi ki olur.
Günler geldi geçti, yolculuk vakti yaklaştı. Yolculuğun
mimarı arkadaş pek bir heyecanlı, adam hayalini gerçekleştirecek. Elindeki
bilmem kaç bin dolarlık jipe yine bir o kadar harcama yapıp, anlamadığım bir
sürü aksesuar ekletip bu yolculuğa hazır hale getirmiş. Aylardır anlatıyor bir
şeyler : bugün şunu eklettim, şu gün bunu falan filan diye. Hiç de anlamam
arabadan , araba parçasından ;“hee iyimiş falan” deyip, yalancıktan
“süpppperrr” gibi tepkiler vererek
ilgiliymiş, anlıyormuş gibi gözükmeye çalıştım ama bence o da yememiştirJ Neyse işte
tekerleklere bir şeyler yaptırmış, jantlara( tam olarak neresi bilmiyorumJ ) bir şeyler, arabanın
önüne demirler taktırdı ( kesin vardır bir adı da bana sormayınJ ), sonra arabanın
üstüne demirler falan takıldı , komando kutularını taşısın diye, motora falan
da yaptırdı tabi bir şeyler, süspansiyon gibi bir şeylerden bahsettiklerini
duydum J (
Ha bu arada ehliyetim var ha benim, 2004 yılında vermişlerdi, kimlik niyetine
kullanıyorum geneldeJ
)
Neyse konumuza dönelim, yolculuk günü geldi çattı. Hepimizde
tatlı bir heyecan, göreceğimiz yerler şimdiye kadar hiç birimizin dünya
üzerinde görmediği güzellikte. Timsah dolu nehirlerden geçecek olmanın
ürpertici heyecanı, Eliot Falls-Twin Falls şelalerinde yüzecek olmanın
mutluluğu,Pappua Yeni Gine’ye karşı kıyıdan baybay yapma geyikleri, zorlu
Gunshot Tracktan geçebilecek miyiz merakı… şunlar bunlar, güzel heyecanlar
yani…
,
Hamdi’nin Canon’u,
Kutay’ın Sony GoPro’su inanılmaz manzaralara şahit olmak için benim güvenli (!)
ellerimde. Tüm hazırlıklar tamam, ben hazırım yeni bir maceraya.,
Cumartesi sabahı 07.30’da gayet cool siyah jipimiz geldi
kapıya beni almak için. 3 Türk 1 Ozi ( Avustralyalılar kendilerine Ozi diyorlar burada), 2 et yiyici 2 vegan , onu
alalım bunu almayalım, şu olur bu olmaz
derken alışverişlerimizi tamamladık , çıktık yollara. 32 saat yemek ve çiş
molaları hariç durmadan araba sürmeye devam ettik. Pazar günü 4 civarı ilk kamp
alanımıza vardık, Musgrave Roadhouse.
Bu gördüğünüz tepecikler termit adlı karıncaların karınca yuvası...
Çadırlar kuruldu, yemekler yapıldı, ateş yakıldı, ateş başı
sohbetleri yapıldı. Ertesi sabah 11 civarı Musgrave’den ayrıldık, hedef o gün
Bramwell Junction’a ulaşmak, 350 km kadar. Ertesi gün de yolculuğun zorlu
kısmına başlamayı hedefliyoruz.
Araba bildiğiniz benzin emiyor,içiyor lıkır lıkır, sık sık
durup yolda benzin alıyoruz. Yol üzerinde Coen adında bir kasabada durduk
benzin almak ve birkaç ihtiyacımızı almak için. Artık tropikal iklim
bölgesindeyiz, yemyeşil, küçücük, şirin mi şirin bir kasaba. Ay dedim ben
kalırım burada, beni burada bırakın ya birkaç gün kalasın var geyiği yapıyorum
bizimkilere. Ne dilediğine çok dikkat edeceksin diye bir laf vardır bilirsiniz J ( bu sözümü okumaya
devam ettikçe anlayacaksınız.)
Kasaba aklımda kalıyor, ben buraya bir daha nasıl gelirim
hayalleri kurarken biz yolculuğa devam ediyoruz. Devam ediyoruz dediğim sanırım
yarım saat kadar devam edebildik. Yollar artık asfalt falan değil, engebeli, jip
tarzı bir araç haricinde aşılamayacak kıvamda. Ehliyet kemerlerini takmamışız,
rahat rahat yayıla yayıla gidiyoruz. Alp’in pahalı bir şapkası var elimde,
şapkanın içindeki komik yazıları okuyorum gülüyorum kendi kendime. Tam o sırada
karşıdan bir arabanın bizimle aynı şeritten geldiğini ve neredeyse burun buruna
geleceğimizi fark ettim. Ömer arabayı sağa sola kıvırarak toparlamaya
çalışıyordu, ta ki bir yokuştan inene kadar. Yokuşun aşağısında köprü ve nehir.
Nehri gördüm tamam dedim gidiyoruz biz. Nehrin tam kenarında ahanda durduk
derken dengenin bozulmasıyla yavaşça nehre doğru yuvarlandık arabayla. O iki
saniye içinde ne oldu bilmiyorum, böyle kaza anları kalmıyor insanın aklında,
niyeyse beyin o 2 saniyeyi kodlayıp da hatıralar hanesine eklemiyor.
Sonra kendime geldiğimde suları gördüm tam gözümün önünde,
herkes üzerimde, inanılmaz bir ağırlık. İçeri su dolacak diye korkuyorum,
“çıkın dışarı , çıkın!!!” diye bağırıyorum. Alp “Burcu iyi misin?” diyor,
“çıkın çıkın” diyorum sadece. Aslan parçası kardeşim Alp’in yardımıyla arabadan
çıkıyoruz.
Yoldan geçen bir araba duruyor ve onun yardımıyla arabayı
nehrin içinde çeviriyoruz , eşyaları almaya başlıyoruz teker teker. Herkesin
çantaları bir bir çıkıyor, turuncu sırt çantam çıktı ama umrumda bile değil
sadece kıyafetlerimin olduğu çanta o. Ben siyah küçük sırt çantamın peşindeyim.
Alp bulacağım diye sözler veriyor ama çanta arabadan çıkmıyor çok ilginçtir ki.
Nehrin içini aramaya başlıyoruz. Aslan parçası kardeşim yine iş başında, nehrin
içinde benim çantamı arıyor. ( sonra polisten öğreniyoruz ki meğer timsah çıkma
olasılığı varmış.)
Yok, çantam yok. Kazadan 5 dakika önce Alp’le arabada
pasaportu kaybedersek sıçtık oğlum, geçici pasaport alabilirsin onunla da başka
ülkeye geçemezsin Türkiye’ye dönmen gerekir muhabbeti yapıyoruz. Bu muhabbetin
üzerine ben pasaportu kaybedince başladım ağlamaya. Sadece pasaport da değil
arkadaşlarımdan aldığım iki adet kamera, elektronik kitap
okuyucum,telefonum,günlüğüm, ıvır zıvırım , tüm önemli mühimmatlarım çantada. (Banka
kartımı Coen’de alışveriş yapmak için çıkarmış bel çantama koymuştum, onu
kurtardım en azından.)
Sırtımda bir ağrı var ama polise bir şey söylemiyorum.
Hastaneye kaldırsalar faturayı görünce al diyetim diye kolunu keser bırakır
insan, öyle paralar konuşuyor burada. Dedim ki yoktur bir şeyin Burcucum
kıllatma. Ambulansla Alp ve ben Coen’e bırakıldık.
Coen’de Sexchange Hotel adında bir otelde kalıyoruz, başka
alternatifimiz yok, küçücük bir kasaba. ( sexchange oteller Avustralya’da
kamyon şoförlerinin durakladığı ve malum ihtiyaçlarını karşıladıkları oteller.
)Bizim kaldığımız yer adını Exchange Hotel diyor ama başına da uyduruk bir S
koymaktan geri kalmıyor, aklımız karıştı ama yapacak başka bir şey yoktu,
tuttuk odaları.
Alp’le gelsinler diye bekliyoruz, sanırım 2-3 saat sonra
kadar gelebildi Ömer ve Allyce. Bu süre içerisinde biz de kasabayı dolaşalım
biraz dedik Alp’le. Dolaşmak derken tüm kasaba etrafını yürümek 20 dk’da
bitiyor zaten.
Ağaç dallarında görünen kara kara benekler gündüz vakti uyuklayan yarasalar...
Coen 350 kişilik bir Aborjin kasabası. Kasabada sadece 10
civarı beyaz var, aferdersiniz ama beyazların hepsi de birbirinden göt.
Kasabada dolaşırken basketbol sahasında Aborjin dansı yapan gençlere ve
çocuklara denk geldik. Hayatımda bu kadar Aborjini bir arada görmemişim,
danslarını hiç görmemişim, şaşkınlıkla ve hayranlıkla izledik. Böyle bir olayı
sittin sene göremezdik ; Aborjinlerin öz vatanlarında, küçücük bir Aborjin
kasabasında Aborjin dansı izliyorduk.
Ertesi gün Coen’de kazanın şokunu üzerimizden atmak
için bir günlük dinlenme molası verdik
kendimize. Biraz da kendimizi kandırıyoruz çünkü kasabada geri dönebileceğimiz hiçbir
araç yok, bildiğin tıkılıp kaldık aslında. J ( ne dilediğine dikkat edeceksin demiştim hatırlarsanız :) )
Sanki büyük bir bok yapmışız gibi bi de önünde poz veriyoruz :)
Yemek yapacak mutfağı buldum mu hiç durur muyum :)
Şöyle de bir uzaktan fotoğrafını çekelim dedik 3 gün boyunca kaldığımız yerin...
Etrafı dolanıyorum, markete gidiyorum, postaneye gidiyorum,
okuyacak kitap bulurum belki umuduyla, yok yok yok… Gazete yok mu ya diye
soruyorum markete, televizyon var ehe
ehe diye gülüyorlar. Abi diyorum napiyor
bu insanlar bütün gün burada. İş güç yok. Devlet Aborjinlere bi miktar para
ödüyor burada, bu insanlar da seslerini çıkarmadan yaşıyorlar. Sabah 11’de daha
bara gelip içmeye başlıyor bir kısmı.
Akşamüstü Alp’le dedik bir dolanmaya çıkalım, belki yine
dans falan ediyorlardır. Aldık fotoğraf makinesini ( bendeki makineler gitti
tabi, Alp’inkiyle sırayla fotoğraf çekiyoruzJ
).
Yol kenarında birkaç çocuk gördük, onlarla sohbet etmeye
başladık, sonra bu birkaç çocuk oldu bir sürü çocuk :) Biri benim sırtıma
atlıyor, öbürü Alp’in omuzlarına çıkmaya çalışıyor,i bir diğeri kollarımızdan
çekiyor. Kara çocuk dedin mi zaten benim zayıf noktamı bulursun, bayılırım bu
gözlerinin içi gülen, küçük şeylerle mutlu olan, çikolata tenli çocuklara…
Çocukla çocuk olduk, eğlendik, gülüştük beraber.
Ah senin o sırıtan suratını yerim yerim ben be...
Zıplayarak fotoğraf çekme denemeleri bunlar, göbek attığımızı falan sanmayın :)
Oğlum kilon benim kadar y a, 43 kilo kızım ben :)
Böyle de artislik pozlarımız var yalnız...
Ertesi gün yine akşamüstü yürüyüşünde yakaladı bunlar bizi. Yolun
karşısında kollarını açarak koşa koşa geliyorlar bize doğru. Öyle güzel
sarılıyor ki ,içimin yağları eriyor. Tuttu birkaç tanesi kolumdan diskoya davet
ediyor bizi. Ne diskosu ya diyorum, gel gel diyor J
Her Çarşamba ( sanırım çarşambaydı günlerdenJ ) kasabada çocuklar
için müzikli eğlence yapılyor, bir psikolog geliyor Cairns’ten, çocuklarla
ilgileniyor. Çocuklara hotdog falan dağıtıyorlar, oyunlar oynuyorlar, danslar
ediyorlar.
Gittik çocuklarla, onları hotdog sırasına yolladım
karınlarını doyursunlar diye ben de oturdum yerde serili halının üstüne. Daha
yeni duş almışım, saçlarımı kurusun diye salık bıraktım toplamadım. Tabi bu kız
çocuklarının gözünden kaçmadı. Kısa süre içerisinde sardılar etrafımı. Frozen
diye bir çizgi film varmış, oradaki prenses Anna’ymışım ben J Dakikalarca üşenmeden
saçlarımla oynadılar, şekilden şekile soktular. Ellerindeki hotdog kokusu
saçlarıma iyice sinene kadar uğraştılar J
Sonra karınları doyunca
dans etmeye başladık hep beraber. Aralarında birkaç tane zıpır
birbirlerini ittirip duruyorlar benimle dans etmek için. Her biri kucağına
alayım istiyor. Sırayla hepsiyle oynamaya çalışıyorum ama bazıları var ki hep
onunla oynayayım istiyor. Kendini yerlere atıp yalancıktan ağlamaya başlayanı
da cabası J.
Alp iyi mi ettik bu çocuklara kötü mü anlamadım diyorum J
Burada elini yandaki hotdoga bulayıp sonra saçıma sürüşünün belgesi ortaya çıktı işte :)
Ne güzelsiniz len öyle
Kız çocuklarının favorisi ben, erkek çocuklarının favorisi
de Alp’ti. He arada gelip gelip bana sarılan,i ne hikmetse kafasını mememe
koyarak, elini popoma koyarak sarılan ufak ufak veletler vardı. Erkek değil mi
7sinde 70sinde kafa böyle çalışıyor demek ki J
Gezimin devamını bir sonraki yazımda yazacağım, ben yazmaktan yoruldum siz de okumaktan
yorulmuşsunuzdur J
En kısa zamanda yeni yazıyla görüşmek üzere J