Facebook link

https://www.facebook.com/gezginyogini

31 Aralık 2013 Salı

Auroville'den mutlu yıllar dileklerim :)



Sadhana Forest’taki ikinci haftamdayım. Ortama alışmam iki günümü aldı sadece, 2 gün geçince  yıllardır burada yaşıyormuşçasına hissetmeye başladım.

Sadhana Forest Auroville’e bağlı bir vegan komün. Hersey doğal, doğa dostu, sağlıklı. 10 yıldan beri varlığını sürdürmekte olan bu komün gerçekten gür ve genç bir orman yetiştirmeyi başarmış. Benim gibi en az 60 gönüllü daha var, işler gönüllüler arasında paylaşılarak yapılıyor. Kimse yaptığı işten şikayet etmiyor;  neşeli, doğayı seven, samimi insanlar var hep. Ego yok, kıskançlık yok, güç gösterisi yok, otorite yok, ırk ayrımı yok;  doğaya zarar vermeden, hatta doğayı daha da besleyerek birlikte dostça yaşamak , sadece bu istedikleri şey.

Sadhana’da hayat sabah 6’da başlıyor. 5.30’da elinde bir müzik aletiyle şarkılar söyleyerek  uyandırmakla görevli gönüllüler koridorda dolaşıyor. 6’da toplanma alanında buluşulduktan sonra hep birlikte ormana gidiliyor. Yeni ağaçlar dikiliyor, su yolları yapılıyor, gübreler hazırlanılıyor, kazılıyor, çapalanıyor, ekiliyor, dikiliyor. 8.30’da geri dönülüyor,kahvaltı  zamanı. Kahvaltı sonrası işler paylaşılıyor, herkes komün hayat içerisinde kendisine düşen günlük görevi yapıyor.  Öğle yemeğinde sonra serbest zaman. Öğleden sonraları , genellikle workshoplarla geçiyor; felsefe, söyleşi, veganizm, yoga, dans, meditasyon.. aklınıza ne gelirse… Akşamları yemekten sonra ana alanda sohbet, şarkılar, dans ya bazen mudpoolun yakınında yakılan ateşin etrafında eğleniliyor. Mudpool; yakınımızdaki göle verdiğimiz isim, suyunun kahverengi olmasına  aldırmadan duşumuzu alıyor, gölde keyifle yüzüyoruz, çünkü suyun temiz olduğunu , içindeki çamur yüzünden kahverengi olduğunu biliyoruz . , Korkulacak hiçbir şey yok, keyfini çıkarıyoruz sadece.


Burada herkes , her şey eşit ve bunu görmek beni gerçekten inanılmaz mutlu ediyor. Burada ve tüm Auroville’de kimse kimsenin ırkının , dininin farkında değil, umrunda değil.. Herkes gerçekten ne olduğumuzun  farkında ve ben bu farkındalığa bayılıyorum. Dünyanın her yerinden  insanı bir arada, mutlu , kavgasız görmek , ve bunu böyle güzel, yemyeşil doğanın içerisinde görmek; insan daha ne ister dedirtiyor insana .
Auroville’de devamlı workshoplar, festivaller, partiler ardı arkası kesilmeden devam ediyor. Öyle alkolün dibine vurulan partilerden bahsetmiyorum, parti dediğimiz genellikle ateşin etrafında şarkılar , danslar, sohbetler. Sadhana’da alkol ve sigara yasak olmasına rağmen hayatımda görebileceğim en güzel dans partileri burada oluyor, burada öğrendim ki eğlenmek için alkole ihtiyacımız yokmuş gerçekten, açık beyinle ve farkında olarak eğlenmek çok çok daha keyifli.


Auroville’in en çok sevdiğim yanlarından biri de herkes veganizmin farkında ve her yiyecek için vegan alternatifler bulunuyor, işte buna bayılıyorum ve istediğim gibi karnımı doyurabiliyorum. viyorlar

İnsanlar burada karşılık beklemeden vermeyi, paylaşmayı, birlikte yaşamayı seviyorlar. Bir parti ya da organizasyon varsa kulaktan kulağa hızlıca yayılıyor. Örneğin her pazar Johnny'nin evinde brunch partisi oluyor ve biz bunu kulaktan kulağa öğreniyor ve her hangi bir davet beklemeden gidiyoruz. Johnny Auroville'de çok uzun yıllardan beri yaşayan 70lerinde bir adam, pazar günleri herkes yiyeceği ile gidiyor, orada pişiriyor ve servis edilmek üzere masaya bırakıyor. Birşey götürmesen de olur yine de herkes sana hoşgeldin gözleriyle bakıyor. Johnny de üşenmeden her pazar dosa ( pancake / krep / akıtma ne derseniz artık adına:) ) yapıyor misafirler için. Şarkılar sohbetler eşliğinde herkes birlikte hazırlamış oldukları açık büfeden karnını doyuruyor. Süper bir organizasyon...

Dünyanın her yerinden insanın birlikte yaşayacağı bir şehir yaratma fikri Auroville’de her yerde resmini göreceğiniz “The Mother” ın hayali . The Mother’a ve öğretmeni Sri Aurobrindo’ya büyük bir saygı var Auroville’de. Bu konu hakkında detaylı bilgiyi başka bir yazımda anlatmayı planlıyorum.

Yeni yıla Sadhana’da girdiğim için mutluyum, alkolsüz  deliler gibi dansettiğimiz mükemmel bir partinin ardından elele tutuşarak ommm mantrasıyla yeni yıla girmek büyüleyici ve huzur verici idi. Umarım ki tüm yılım böyle huzur ve barış dolu, doğayla iç içe geçer. Umarım tüm yıllarım böyle geçer…Size de güzel bir yıl diliyorum. Yeni yılda yeni paylaşımlarla görüşmek üzere…



10 Aralık 2013 Salı

Yolum açık olsun deyin bana :)



Yoruldum ben bu hayatta ve bıktım bize oynanan oyunlardan, bize zorundaymışız gibi sunulan  yaşantıdan, ezberletilen cümlelerden, tavırlardan… Dedim ki bir mola vereyim, başka yerlerde insanlar nasıl yaşıyor göreyim; yeni şeyler öğreneyim, yeni insanlar tanıyayım, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gözlerimle göreyim,  ellerimle dokunayım…

Ben hayalimin peşinden gidiyorum. İşi gücü bıraktım, evimi dağıttım, uzun süredir gitmek istediğim ülkeye; Hindistan’a gidiyorum. 6 aylık bir seyahat olacak bu, hayatımın ilk gerçek macerası… Auroville, ekolojik  köy, yoga üniversitesi, ashram hayatı, Goa, Mumbai, Hampi, Jaipur,Delhi,Rishikesh... daha daha daha…

Beni neresi çağırırsa ordayım. Hindistan’da göreceğim ve öğreneceğim o kadar çok şey var ki, döndüğümde bambaşka bir “ben” olarak hayatıma devam edeceğime inanıyorum

Anneme, babama , sevgilime sonsuz desteklerinden ötürü tekrar tekrar teşekkürler. Her zaman yanımda olduğunuz ve olacağınız için, beni çok sevdiğiniz için, sizi çok sevdiğim için.. anneme ve babama üstüne basa basa kocaman teşekkürler, siz gerçekten mükemmel bir anne-babasınız, daha ne diyeyim…

Yarın yolculuğum başlıyor, arayamadğım birçok arkadaşıma sevgiler…

Vardım gittim ben yoluma, hade eyvallah J

10 Kasım 2013 Pazar

Barcelona Barcelona , dedik sana geldik...

Kahvaltımızı ettik ve sabah 10’da Sagra da Familia’nın kapısının önüne dikildik, bu saatte bile sizi uzun mu uzun bir sıra karşılıyor. Sol taraftaki kısa ve hızla ilerleyen sıranın online bilet alanlar için olduğunu öğrenince sağdaki upuzun sırayı beklemektense oturup bir kahve içeriz ,bileti internetten alırız ve soldaki sıradan çok da beklemeden gireriz dedik, çok doğru bir karar vermişiz, yarım saat sonra sıra beklemeden içerideydik.

Sagra da Familia, Gaudi’nin son eseri , daha doğrusu bitmemiş eseri. 1882 yılında Gaudi bu kiliseyi yapmaya başlamış , fakat 1926 yılında hayata gözlerini yumunca eserini bitirememiş. Şuan hala yapımı devam etmekte. Kilisenin hala bitmemesinin en önemli sebebi Gaudi’nin karmaşık mimarisini anlamanın çok da kolay olmaması ve tabi ki 19.yy teknolojisiyle planlanan eserin günümüz teknolojisine uyarlanmasının zorluğu. 



Basilikanın iç kısmı da dış kısmı da ayrı bir mimari harikası. Gaudi’nin evrenden ilham alarak yapımını planladığı bu kilisede sütunlar ağaç dallarına benzerliği ile dikkat çekiyor, bal peteklerinin , bitki köklerinin, yaprakların, meyvelerin, gezegenlerin..  mimariye uyarlanmış şekillerini binayı incelediğinizde görebiliyorsunuz.  Kafanızı hangi yöne çevirirseniz o yönde mutlaka sizi şaşırtacak bir detay görüyorsunuz.

Park Güell’e mi gitsek yoksa sightseeing otobüs bileti mi alsak derken Park Güell’e yarın gitme kararını verdik sonunda ( ah keşke o gün gitseymişiz ). 

Önce acıkan karnımızı doyurmak için o meşhur yemekleri Paella’dan yedik. Üzerine deniz ürünleri atılmış bulgur pilavı desem daha rahat anlarsınız ne demek istediğimi.






Plaça de Catalunya’ya doğru yürüyüp meydandan  Sightseeing otobüsleri ile şehir turuna başlayalım o zaman. Tercih turuncu hat , taktık kulaklıklarımızı ve başlasın Barcelona turu..

























İlk durağımız Catedral de Barcelona. 13. Ve 15. yy’da yapımına başlanan katedralin ön yüzü 19. yy’da neo gotik görünüme kavuşmuş. Katedralin avlusunda, demir parmaklı odaların içindeki Azizlerin heykellerine mumlar yakıp dilekler dileyen insanlar sıralanıyor. Avlunun bahçesindeki havuzun etrafında gezinen kazlar bir çok turistin olduğu gibi benim de dikkatimi çekiyor tabi ki..


Katedral  gezisinin ardından tekrar sightseeing turuna devam ettik. Passeig Colom, World Trade 
Center,Jardins Miramar, Fundacio Miro, Anella Olimpica, The National Museum of Catalan Art sadece otobüsün içinden gördüğümüz yerler oldu. Sonraki durağımız Poble Espanyol.



Poble Espanyol İspanya’nın tüm bölgelerini temsil eden küçük bir İspanyol köyü modeli. 1929 yılınca Barcelona Uluslar arası Sergisi için tasarlanmış fakat sonra gördüğü yoğun ilgi nedeniyle kalıcı olmuş. Bizim gezdiğimiz hali bir sürü restaurantın , dükkanın olduğu güzel şirin bir köydü. Poble Espanyol sokaklarında gezerken kendinizi bir Madrid’de bir Endülüs’te bir Girona’da bir Barcelona’da buluyorsunuz, zaten sloganı da “Spain : Visit it. Taste it. Live it. In one day.”


Turumuza devam ederek otobüsün içinde Caixa Forum, Plaça Espana, Estacio de Sants’ı gördükten sonra arkadaşımın isteğini kıramayıp Camp Nou’da otobüsten indik. Futbolu ne kadar da sevmediğimi beni tanıyanlar iyi bilirler ama Barcelona’ya gelmişken bu büyük stadı görelim dedik. Stada sadece giriş 24 Euro deyince aklım gidiverdi yerinden, “bi bakıp çıkacaz abi” parası 24 euro. Sadece etrafını turlayıp, Messi fotoğraflarına bakıp, türlü futbol ürünleri satan mağazasını gezmekle yetindik biz de. Barcelona’da girişi ücretsiz olan bir yer görmedim zaten, bir çoğunun girişi “iyi para” diyebileceğimiz rakamlar.

Maç zamanları böyle bir coşkunun olduğu bir stadtan bahsediyoruz:



Camp Nou’dan sonra tekrar otobüse binip birkaç yeri daha otobüsle gördükten sonra Casa Batllo’da inip turumuza son verdik.


Casa Batllo zengin bir tekstilci aile tarafından Gaudi’ye yaptırılmış, o dönemde sanıyorum aileler arasında en güzel evi olanın bir ünü, bir saygınlığı varmış. Gaudi’nin deniz temasını işlediği bu yapı adeta masal diyarlarından gelmiş de modern caddelerin üzerinde biraz dinlenip gidecekmiş gibi duruyor.  İçeriye girmeyi aklımdan geçirdim tabi ki ama girişteki gereksiz pahalı ücreti görünce “dışarıdan daha güzel canım” diye kendimi avutmak iyi geldi.

Sonra düştük yine tabanvayla yollara, sora sora bakına bakına La Ramblas caddesini bulduk. La Ramblas Barcelona’nın en ünlü caddesi. Rengarenk, kalabalık, kıpır kıpır, keyifli mi keyifli bir cadde.  Tapas barlar, restaurantlar, çiçekçiler, hediyelik eşya dükkanları her bir yana dağılmış. 






Sokağın ortasında her an bir hareketlilik, dansçı grup gösterileri birden karşınızda beliriveriyor.











Benim en bayıldığım yerlerden biri limana doğru giderken sağda kalan Pazar;  dünyanın her yerinden tropical meyveleri, kuruyemişleri, baharatları bu pazarda bulabilirsiniz. Hatırladığım anda bile ağzımın şapır şapır sulanmaya başladı.






La Rambla boyunca bir sürü “heykel insan”a rastlıyorsunuz. Önlerindeki kaseye para atınca size teşekkür etmek için bir hareketlenme ya da ufacık , minicik bir gösteri yapıveriyorlar.









La Rambla’da bir şeyler içtikten sonra limana doğru yürüdük, deniz kenarı boyunca yürüdük de yürüdük.  Ünlü Barcelona eğlencesinin nerede olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Gündüzden elimizde kalan fotoğraf makinesi ve çantalar ağırlık yapıyor biraz ama hostele gidip de bunları bırakmak daha da zor geldiği için ağırlıklarımızla yürümeyi tercih ediyoruz.  En sonunda şimdi gitsem bulabilir miyim bilemediğim bir yerde sıralanmış ardı ardına bir sürü bara denk geliyoruz. Biraz birinde biraz birinde eğleniyoruz, içtikçe içiyoruz. Eğleniyorum ama gözüm hep çantamla fotoğraf makinemle. O en son votkayı almamla dikkatim biraz dağılmış olsa gerek, kafamı iki dk sağa çeviriyorum ve tekrar sola çevirdiğimde fotoğraf makinem yerine yok… 

Arkadaşım dışarıda sigara içiyor, koşa koşa yanına gidiyorum bir umut belki o almıştır diye makineyi, hayır onda da yok. Kafamı iki yanından koca bir ceviz kıracağıyla sıkıyorlar sanki, öyle bir zonklama hissettim. Önüme gelene soruyorum makinemi, öyle ufacık pıttırık makinelerden de değil, zamanında kendimce güzel paralar bayıldığım Canon 450D’m gitti. 

Orada nöbette duran polislere sordum, umutsuz bir ifadeyle karakola gidip şikayette bulunmamı söylediler. Ama gözleri bana "unut o makineyi" diyordu. Bir de aksi gibi cep telefonumu da makinenin çantasının gözüne koymuştum, hırsız bir taşla iki kuş vururken ben bir anlık dalgınlıkla hem telefonumdan hem fotoğraf makinemden olmuştum.

Gecenin bir vakti Barcelona sokaklarında karakol arıyoruz, kime sorsak farklı bir yer tarif ediyor, dalga geçer gibi... Kendimi tutamayıp sokaklarda Türkçe küfürler eşliğinde ağlamaya başlıyorum. Maddi kaybımdan çok tüm tatil fotoğraflarımın bir anda yok olup gitmesine yanıyorum, en çok içimi bu acıtıyor. Senelerdir hayalini kurduğum tatilin, gezdiğim o güzel yerlerin fotoğrafları, Roma, Sevilla, Granada.. hepsi gitti.

Gecenin bir yarısına kadar aramalarımıza rağmen karakol falan bulamıyoruz, sabah kalkıp gideriz deyip bu berbat geceyi sabah karşı noktalayalım dedik. Gözlerim ağlamaktan şişmişti, uykuya ihtiyacım vardı. Bu halle gözüme uyku girmez derken, yatağa uzandığım gibi sızmışım. Ne zaman bu kadar çok ağlasam sızıp kalırım zaten…

13.09.2013 - Barcelona

Kıssadan hisse ertesi gün:

Ertesi gün bir karakol bulduk ve şikayette bulundum. Karakoldaki kadına hırsızlığın olduğu yerde kayıda alan bir kamera olup olmadığını sordum, olumsuz yanıt alınca bir anlık umudum da gidiverdi. “Peki bir şey soracağım. Makineme gerçekten kavuşma şansım var mı yoksa makinemi unutmam mı gerekiyor” diye bir soru ile gittim bu sefer ve hiç de duymak istemediğim “ you should forget it ( unutsan iyi olur )” yanıtını alınca beynimin arka fonunda bir anda başlayan “boynuuu bükükleeer” şarkısıyla uyumlu bir şekilde kafamı yana eğdim ve oradan uzaklaştım.

Hırsızın İspanyol olabileceği asla kabul edilmiyor tabi ki; Faslılar yapıyormuş hırsızlık işlerini, geçmiş olsunmuş… Alacağın olsun Barcelona , seni sevmedim babanı da sevmezdim...


27 Ekim 2013 Pazar

-So Barcelona-


Barcelona’dayım…Havaalanından metroya binip Passeig De Gracia istasyonunda indim. Güzel şirin bir hostelim var; Buba House. Hosteldeki görevli dışarı çıkmadan önce yarım saat kadar bana çok dikkatli olmam gerektiği üzerine nasihatlerde bulundu. Cebine her zaman bir miktar para koy, dışarıdan bir şey alacağın zaman cebinden çıkararak ver parayı, cüzdanını gösterme, böylece nereye koyduğunu göremezler dedi. Cep telefonunu da kesinlikle pantolonun arka cebine koyma diye uyardı. Güzel güzel dinledim anlatılanları, o gün ve sonrasındaki günlerde hep sırt çantam önümde asılı olacak şekilde küçük hamile gibi gezdim durdum Barcelona’yı. Çantaya bir şey olmadı neyse ki ama diğerlerini hesap edememişim. Başıma geleni sırası gelince anlatacağım..



İstanbul’dan bir arkadaşım ile tatilimiz aynı zamana denk gelince ve o da Avrupa’da olunca Barcelona’yı birlikte gezmeye karar vermiştik. Buluştuk , bir şeyler yedik içtik ve öncelikli olarak etrafı biraz tanımaya karar verdik. Yürüye yürüye Sagra da Familia’ya vardık. Dışarıda sıra vardı, sabah erkenden gelip içeri girmek daha mantıklıydı, o yüzden bu güzel yapıyı yarın anlatacağım size.



Endülüs’ün o güzel havasından sonra Barcelona benim için kocaman caddeleri olan , biraz karışık bir metropol.Gezilmeye değer elbet, güzel bir şehir. Burada insanlar İngilizce biliyorlar genellikle, güneydekine göre daha rahat derdimi anlatabiliyorum . Bazen kaybolduk ve Katalonya’nın yardımsever insanları ellerinden geldiğince yardımcı oldular.  Ara sıra oturup dinlenerek uzun denilebilecek bir yürüyüşün ardından sahile vardık.











Barcelona’ya gidip de casinoya girilmez mi dedik tabi ki. Ben anlamam kumardan , bulaşmam da ama arkadaşım bu konuda becerikliydi ve kazandığı paralar akşam kendimize ufak bir ziyafet yapmamızı sağladı.













Sabah erken kalkacağımız için geceyi çok da geç bitirmemek istedik. Ertesi gün zinde uyanabilmek önemliydi. Hostelin yolunu bulmaya çalışırken en önemli kuralımıza uyduk ; ben hangi yönü söylüyorsam o yönün tersine gidiyorduk ve her zaman doğru yolu bu sayede buluyorduk. Yön duygularımda bir eksiklik olduğunu yakın tanıdıklarım tecrübeyle sabit bilirler.



 Barcelona’daki ilk günümüz fragman tadında şehri tanımaya çalışmakla geçti. Yarın üzerimizden bu yabancılığı atıp tüm Barcelona’yı talan edeceğimiz için bu akşam biraz dinlenebilmek gerek elbet.

Yine bir Woody Allen filmi ile yazıya son vereyim: Vicky Cristina Barcelona




12.09.2013 - Barcelona

Endülüs, Sevilla ve ben !!!!


Sabahın 9’unda Sevilla’ya vardım, hayalimde hostele gidip güzel bir duş almak sonra kahvaltımı yapıp hemen Sevilla turuna çıkmak var. Odanın hazır olması için 1’e kadar beklemem gerektiğini unutmuştum tabi. En iyisi önce kahvaltımı yapmak dedim,  Alamade de Hercules meydanına gidip bir cafeye oturdum.  Kruvasan ve dometes-ekmeklli tostla karnımı doyurdum. Hostele gidip aklanıp paklanıp temiz kıyafetlere kavuştuktan sonra çantamı takıp sırtıma çıktım Sevilla turuna. Elimden hiç bırakmadığım haritama baka baka nereye gitsem diyorum kendime. Öyle çok turistik yerleri görmek derdinde değilim aslında, daha da kilise göresim yok, sokaklarında yürüyüp şehrin tadına varmak istiyorum daha çok.

Ama tabi ki ünlü birkaç yeri ziyaret etmeden de gezimi bitirmek istemedim. Dünyanın en büyük katedrali olan La Giralda Katedrali’ni gezdim önce. 



Atlantik okyanusunu aşarak Kuzey Amerika’ya ilk ulaşan zat-ı muhterem  Christophe Colomb’un mezarı da bu katedralin içinde.




Katedral gezimin ardından Real Alcazar’a yöneldim.  Endülüs Araplarına hayran bir İspanyol kralı tarafından Alhambra sarayından etkilenerek yapılmış büyük gösterişli bir saray, dolayısıyla birçok bölümü Alhambra’yı andırıyor ama onun kadar etkileyici değil ne yazık ki.












Kiliseler, saraylardan sonra Santa Cruz sokaklarında boş boş dolaşmanın keyfine varmak istiyorum. Daracık sokaklar, güleç  yüzlü insanlar etrafımda. Ama bu sokaklarda kaybolmanız an meselesi,hele benim gibi harita okumak konusunda sıkıntılarınız varsa.. Tüm sokaklar birbirine benziyor , yine de  korkmanıza gerek yok;sizi anlamayan ve sizin de anlamadığınız ama işaretlerle size yardımcı olmaya çalışan İspanyollar her yerde, yolunuzu bir şekilde buluyorsunuz.











Yürüyüşüm sırasında adını bilmediğim bir kilisenin önünde dizilmiş masalarda ve ayakta bira içen kalabalığa dahil olup kiliseye karşı bira içme şerefine ben de katıldım. Türkiye’de caminin 100 m yakınında içki satmanın yasak olduğunu düşününce burada kiliseye karşı bira içilen bir kültürün varlığı beni biraz şaşırttı doğrusu. Ama sonra şaşırmamın saçma olduğunu düşündüm; kanı şarapla özdeşleştirilen bir peygamberin dinine inanan insanlardan bahsediyoruz, alkolün haram sayılmadığı bir din. Bu yüzden ki sokaklarda kırılmış bira şişeleri göremiyorsunuz, her buldukları karanlık kuytu köşede içmeye çalışan gençler yok. İçki zaten her yerde serbest olduğu için ortada hiçbir sorun yok, bastırılmış istekler azalmış. İçki ayıp ya da yasak değil, gönüller hoş, muhabbetler şahane.



Haritadan bakınca El Arena’nın çok da uzakta olmadığını gördüm ama tabi ki buraya gitmeyecektim. Bu güzel insanların bu kadar acımasız bir olaydan zevk almasını anlayamıyordum. Cahillik, vurdumduymazlık, türcülük,Vandalizm... daha birçok isim konulabilir sanırım bu saçma kültüre.

Sonrasında yolum beni Plaza de Espana’ya götürdü,  yarım ay şeklinde tasarlanmış, büyük ve görkemli bir meydan. Yarım ay boyunca ilerlerken İspanya’daki tüm özerk bölgelere dair semboller ve her bölgeyi temsil edem şehre dair resimleri görüyorsunuz. Meydanda bir köşeye oturup bir süre bu güzel meydanı seyrettim; faytonlarla gezen turistleri, bir köşede birbirini öpmeye çalışan çiftleri, heyecanla birbirine bir şeyler anlata anlaya yürüyen genç kızları, Japon yaşlı turist gruplarını izledim, herkes mutluydu bu şehirde, havasından mı suyundan mı bilemedim.



Sevilla’da heryer bisiklet ve yürüyüş yollarıyla çevrili. Akşamüstü sokaklarda bisikletli birçok İspanyol görüyorsunuz, hayatımdaki ulaşım sorununu bisikletle halletmek hayalindeki ben için burası gerçekten bir cennet. Bu şehir işte tam yaşanacak şehir diyorum tekrar tekrar kendime.

Hava kararmaya başlayınca Guadalquivir  nehrinin kenarında yürürken buldum kendimi. Bu güzel manzara eşliğinde bira keyfi yapmadan olmazdı. Bu güzelliği size nasıl göstermeli, nasıl anlatmalı bilmiyorum. Sanırım bu şehre gittikçe daha da çok aşık oluyorum, ben bir gün burada yaşarım arkadaş diye ahkamlar kesiyorum kendime.



Sonra Triana’nın ara sokaklarında gezintiye dalıyorum. Bir sürü Flamenco okulunun kapısında durup içeri girecek cesaret bulamıyorum kendimde bir türlü.



Tam şurada teras katında bir evim olsun diyorum. Bir flamenco okuluna yazılayım,bir de bisiklet alayım kendime, gündüz okuluma gideyim, akşamları da terasımda oturup nehire karşı biramı yudumlayayım. Ben ve benim hayallerim, seviyorum onları.





Akşam bir Flamenko gösterisinde gitmek istiyordum. Nehrin karşı yakasına geçtim yeniden, kaybola kaybola şuursuzca devam eden yürüyüşüm sırasında Flamenko izlemek için yer ararken girişte ücretin alınmadığı bir bar buldum. Ucuz ve kesinlikle güzel diyemeyeceğim bir Flamenko gösterisi izledim. Tamamen turist dolu, ucuz bir bardan ne bekliyordum ki…  İzlediğim gösteriden çok da memnun olmadan şuursuzca yürüyüşüme devam ettim. Orada burada takıla takıla sonunda hostele vardım ama yolu nasıl bulduğumu inanın ben de bilmiyorum.. O kadar çok yol yürümüştüm ki, yorgunluktan sızlayan ayaklarıma rağmen gün boyunca içtiğim ucuz biraların etkisiyle sızıp kalmam çok üzüm sürmedi.

Endülüse veda etme zamanıydı, nasıl gitmeli, nasıl veda etmeli ?

 11.09.2013 - Sevilla


23 Ekim 2013 Çarşamba

Cennet mi? Granada'yı gördün mü hiç?


Sabah 9 daki otobüse binip 3 saatlik Granada yolculuğuma başladım. 12:30’da Granada’da terminaldeydim, hostele vardığımda saat 2 olmuştu. Plaza Trinida yakınlarında şirin bir hosteldi; Barbieri Granada. Hostele girişimi yapıp odaya geçtim, biraz dinlenip çıkacaktım. Odadaki bir eleman beni muhabette tutunca kurtulmak için saate baktığımda 14:41 rakamlarıyla karşılaştım , o panikle odadan öyle bir fırladım ki arkamdan şaşkınlıkla bakakalmış olmalı.

Paniklemiştim çünkü Alhambra sarayına giriş biletim saat 3’te idi. Koşa koşa hostelin resepsiyonundaki kadının yanına vardım ve en kısa yoldan nasıl varabileceğimi sordum. Kadın eğer 3’e yetişemezsem giremeyebileceğimi söyleyince götüm tutuştu ve hemen bir taksi çağırmayı teklif ettim. Alhambra’nın dış kapısına vardığımda saat 15:15 idi ve 15’te kapısında bulunmam gereken saraya varmak için oraya kadarki yolu hızlı hızlı yürümek zorunda kaldım ve görevliden rica ederek gecikmiş dahi olsam içeri girebildim.



Alhambra ; İslam mimarisinin ortaya çıkardığı en iyi yapılardan biri diyebiliriz. Dünya üzerinde sütunlarının , kemerlerinin,kapılarının, duvarlarının, tavanlarının üzerinde Allah adının en çok geçtiği saray olduğu söyleniyor.Uzun yıllar hiçbir bakım yapılmadan harabe haline dönüşmesi beklenen saray 19.yy’da başlayan restorasyon çalışmaları sayesinde akın akın ziyaretçinin ilgisini çekmeye başlamış.

 Sarayın odalarında ve bahçelerinde gezerken bir masalın içerisinde yürüdüğünüz izlenimine kapılıyorsunuz.  Annelerinizin gece yatmadan önce sizlere okuduğu masallardaki sarayların taşa toprağa dönüşmüş hali burası. Sarayın pencerelerinden şöyle bir etrafıma baktığımda çağlar gerisine giden bir hayalin içine düşüvermiş, pencerelerde beyaz atlı prensini bekleyen bir prenses oluvermiştim. Sonrasında aynı pencereden bakarken “babamın bir atı olsa binse de gelse, annemin yelkeni olsa açsa da gelse” benzeri türküler söyleyen evinden yurdundan koparılmış Trakyalı bir kadın olup özüme dönüverdim tabi. Sarayın bende yarattığı hissiyat; bu güzelliğin içinde yaşamış olan kadınların mutsuz, bekleyen kadınlar olduğu; özgürlük haricndeki tüm güzelliklere sahip saray köleleri…


Saraydan yürüye yürüye Generalife bahçelerine geldim. Burayı görüp büyüsüne kapılmamak elde değil gerçekten. Burada cenneti bulmuşlar zaten, hayali bir cennete ulaşmak için Arabistan çöllerine gidip şeytan taşlamaya gerek yok, burada hazır yapılmışı var deyip THY’den aksi yöne bir bilet almak cenneti görmek için yeterli. Zaten sonradan öğrendiğim kadarıyla Cennet El-Arif’ten İspanyolca’ya Generalife olarak geçmiş.







Akşamüstü yorgun ve bitkin bir halde Granada’daki Plaza Santa Ana meydanında oturup Alhambra’nın akşamüstü kızıllığındaki manzarası eşliğinde bir şeyler yemek istedim. Gazpacho dedikleri özel yemeklerini merak edip sipariş ettim, daha önce de belirttiğim gibi İspanya’da vejetaryen bir şeyler bulmak çok kolay değil, bulunca da denemek istedim. Gelen şey soğuk domates çorbasıydı, yanında da küp küp doğranmış domates, biber, soğan geldi, garson kız işaretlerle bunları çorbanın içine atmamı söyledi. Ne mükemmel bir tat diyemiyorum, bir yerden sonra bayıyor, yarısına kadar içebildim çorbayı.



Sonra oradan kalkıp Plaza Nueva’ya yürüdüm, oturup bir bira içme fikri güzel geldi. Oturduğum yerinin adının Nemrut olduğunu fark edince yurttaşlarımı görmek için içeri girdim.Türkiye- Romanya maçının olduğu akşamdı ve iki adam Türkçe konuşarak maşı izliyordu. Önce Türk müsünüz diye sordum, sonra aksanlarındaki değişikliği fark edip Türkiye’den misiniz diye değiştirdim sorumu. Kürt oldukları aksanlarından belli olan iki memleketlim ile biraz sohbet ettikten sonra tur saatini kaçırmamak için Plaza Santa Ana’ya geri döndüm yine.

Bahsettiğim tur Segway turu, scootera benzeyen ama büyük tekerlikli bir aracın üzerinde vücudunun dengesi ile ilerliyorsun. Vaktim az olduğu için Albayzin ve Sacromonte bölgelerini böyle bir turla gezmeye karar vermiştim.

Segway’de dengede durmakta zorlandım önceleri. Giydiğim turuncu yelek ve başımdaki kasketle komik görünüyordum, bu şehrin masalsılığından uzak bir görüntüydü. Rehber kızın anlatımları eşliğinde Albayzin ve Sacromonte bölgesini gezdik. Belirli dönemlerde Müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin yaşadığı bu şehirde bir çok kültürün birbiriyle harmanlaşmasını görebiliyorsunuz.






Sacromonte buradaki Çingene mahallesi. Mahallenin her sokağında Flamenko seslerini duyuyorsunuz. Evler bar halini almış, akşamları gelen turistlere Flamenko ziyafeti çekiyor. Çingeneler savaş döneminde gelip dağın üzerine, eteklerine yerleşmişler. Bizim gezdiğimiz bölüm Sacromonte’nin yasal olan alt bölümü, yani burada yaşamak için vergisini veren insanların olduğu bölüm. 



Dağın üst kısımlarında ise 200 kişilik bir koloni yaşıyormuş, su , elektrik yok ve vergi vermiyorlar, komün bir hayat sürüyorlar. Çok merak etmeme rağmen oraya ziyareti bir sonraki seferime ertelemek zorundaydım.


Flamenko gösterileri genellikle gece 9-10 gibi başlıyor. Bu mükemmel gösterilere gidecek zamanım olmadığı için gerçekten çok üzgün olduğumu söylememe gerek yok bence. Bir dahaki gelişimde bu güzel şehre çok daha fazla zaman ayıracağım. Sokaklarında boş boş gezmek, Flamenko’nun keyfine varmak, havasını bol bol ciğerlerime doldurmak istiyorum.

Granada’ya gidiyorsanız gündüzün kavurucu sıcağına rağmen akşam soğuktan titreyeceğinizi göz önünde tutmanız, yanınıza mutlaka hırka almanız gerektiğini hatırlatmak isterim. Tecrübeyle sabit öneriler bunlar.
Granada İspanyolca “nar” demek. Bir zamanlar meyve ticaretinin yapıldığı bir yer Granada, sokaklarda birçok nar figürü görmenizin nedeni bu.

Hiç ama hiç doyamadan sabahın 6’sında Granada’ya elveda dedim. Elvedamı derken bu masal şehrine tekrar geleceğimin sözünü verdim defalarca  kendime.

Granada'da Flamenkoyu merak edenler için iyi seyirler:




PS:  Blabla car isimli bir siteden sabahın 6’sında Granada’dan Sevilla’ya gidecek bir araba bulmuştum, yolculuğumu onlarla yaptım. Sitenin mantığı : insanlar yolculuğa çıkmadan önce gidecekleri yeri, ne zaman hareket edeceklerini, arabada kaç kişilik boş yerleri olduğunu yazıyor ve ücret paylaşılıyor. Çok mantıklı ama henüz Türkiye’de işlerliği olan bir site değil.

10.09.2013 - Granada

...y Sevilla , finalmente estoy aquí , ole :)


Bugün Roma’dan ayrılıp Sevilla’ya geçiyorum. İspanyol rüzgarı havaalanında Sevilla uçağı sırasında beklerken esmeye başladı bile. Atarlı atarlı birbirine bağıran, kahkahalarla gülüşen, yüksek sesle sohbet eden İspanyolların arasında uçak sırası bekliyorum.  Dediklerinden hiç bir şey anlamasam bile yansıttıkları enerji kendimi mutlu hissetmemi sağlıyor. Bu eğlenceli insanların yaşadığı topraklara, İspanya’ya gidiyorum, Endülüs’e,Flamenko’nun kalbine…

Yaklaşık 3 saatlik yolculuğun ardından Sevilla’ya ayak bastım sonunda. Havasını içime çektim, bir “oh be” dedim.

32 derece sıcakta sırtımda ve elimdeki çantalarla 15-20 dk yol yürüdükten sonra hostelin bulunduğu sokağa geldim. Vıcık vıcık ter olmama rağmen o daracık sokakları , alçak, güzel evleri gördükçe içimi kaplayan mutluluk suratımda sırıtışa dönüşmüştü, işte şimdi hikayemin içindeyim dedim kendime. 


Bu sokakları ilk kez görmeme rağmen o kadar tanıdık, o kadar yaşanılası geldi ki bana eğer önceki hayatlar diye bir şey varsa birinde Sevilla’da yaşamış olmalıyım. Bu huzur ve bu aidiyet duygusunun başka ne açıklaması olabilir ki?

Hostele vardıktan sonra hazırlanıp dışarı çıkmam saat 6’yı buldu. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğim için karnım zil çalıyordu. Etsiz ve peynirsiz yemek arayışı Türkiye’de olduğundan daha da zordu sanırım burası için. Sevilla’da İngilizce konuşabilen çok az insan olduğu ve benim de İspanyolcam yok denecek kadar az olduğu için derdimi anlatmakta gerçekten zorlanıyordum. İspanya’da geçirdiğim sonraki günlerde “no carne no queso” demeyi öğrendim, her ne kadar telaffuzum da çok başarılı olamasam da anlamaları “no meat no cheese” e göre daha kolay oluyordu.

”Alameda de Hercules” , etrafında bir çok barın ve restaurantın bulunduğu büyükçe bir meydan, meydanın etrafındaki barları dolaşıyor ve  beni anlayabilecek bir yardım eli arıyordum. Sonunda İngilizce konuşabilen bir garson bulduğuma sevinecekken bu saate burada yiyecek bir şey bulamayacağımı bana söyleyince sevincim kursağımda kaldı. İspanya’da insanlar için akşam yemeği saati gece 9-10 civarındaymış, saat 6’da bira ve tapas servisi yapılırmış sadece. “Nasıl yani?” diyebildim sadece ama umudumu yitirmeyip aramaya devam ettim. Alameda etrafındaki sokaklardan biri olan Amor de Dios sokağından ilerledim, mutlaka açık ve yemek yiyebileceğim bir yer bulurum umuduyla ilerliyordum ve sonunda yemek servisi yapan bir bar bulup karnımı doyurmayı zor da olsa başarabildim.

Endülüs’e gelip de Flamenko gösterisi izlememek olmazdı tabi ki, akşam hostelin götüreceği bir Flamenko gösterisine katılmak için 9’da hostelde olacağıma dair görevli elemanla sözleşmiştik. Bu yüzden fazla  vaktim yoktu, sadece yürüyüp etrafı biraz öğrenmek maksadındaydım, gerçek Sevilla gezim Çarşamba günü olacaktı.

Yürüye yürüye mantar görünümde bir yapı olan Las Setas’a vardım, ne işe yaradığını çok anlamasam da estetik olarak hoş bir görüntü yarattığını söyleyebilirim. Las Setas’ın yanındaki sokaklardan rastgele yürüdüm,bir sağa bir sola rastgele dönüyordum. Kalabalık, daracık sokaklar ve her bir yan tapas barlarla ve insanlarla dolup taşıyor. Eğer  yalnız başına yürümeyi sevenlerdenseniz, siz de benim gibi bu ufak gezintiden büyük keyif alırdınız . Geçtiğim barlarda biranın sadece 1 Euro olduğunu öğrenince şaşırmışken yanından geçtiğim bir barda biranın 0,40 Euro olduğunu gördüğümde ise şaşkınlığım katbekat arttı. Keyifli bir yerdi burası, insanlar günün her saatinde biralarını yudumluyordu, sohbet edip eğleniyordu, sanki hiç dert, tasa yokmuşçasına yaşamaktan aldıkları keyif onlar için önemliydi.


Sokaklarda bir oraya bir buraya giderken kayboldum tabi ki, fakat telaşa gerek görmeden haritanın ve yoldan geçenlerin yardımıyla bir şekilde yolumu bulup hostele vardım. İspanyollar , İspanyolca bilmemenize rağmen onlar kendi dillerini konuşunca sizin de anlayacağınızı zanneden bir inanışa sahipler ( Türkiye’de bunun benzeri “yavaş” Türkçe konuşunca anlaşılacağının zannedilmesi olarak yer etmiş örneğin ), ama ne yalan söyleyeyim el kol hareketleri ve mimikler sayesinde anlaştım insanlarla.

Akşamki gösteri için biraz süsleneyim derken 9’da hostelden grup halinde çıkışı kaçırdım ve gösterinin yapılacağı bara yalnız  başıma, telaşla koşa koşa varmak zorunda kaldım. Neyse ki tam da zamanımda oradaydım, oturduğum gibi gösteri başladı. Mekanın adı "El Perro Andaluz". Mükemmel bir gösteri olduğunu söyleyemem, turistler için hazırlanmış bir Flamenko gösterisiydi ama Endülüs’te Flamenko izlemek o ruhu yaşamanızı sağlıyor, orası tartışılamaz. Grup palmas eşliğinde, suratlarına o hüzünlü ifade maskesini bürünüp şarkılarına başladılar. Ardından kadın dansçı ayaklandı , ateşli , sert ve kızgın bakışlarını seyircilere fırlatarak hınçla ayaklarını yerlere vuruyor, kollarını dairesel hareketlerde havada gezdiriyor, eteğini savuruyor, ellerini narince kıvırarak havada çiçekler yapıp onları dağıtıyor ve topluyordu .İzledikçe “ole” diye bağırmak geliveriyor insanın içinden. Sıra erkek dansçıya geldi ; önce birkaç seksi hareketler yaparak turist kızları cezbetmek derdine büründü, malum seksi danslar her yerde iş yapar mantığı burada da var. Bu birkaç flörtöz dans figüründen sonra biraz daha sert dansetmeye başlamıştı, ayaklarını takip etmek imkansızlaştı, dönüyor dönüyor yine ayaklarda coşuyor sonra yine dönüyor dönüyordu. Terden sırılsıklam bir haldeydi, döndükçe teri etrafa saçılıyordu ama o yorulmuyordu. Ve bitirdiğinde inanılmaz alkışı hak etmişti. Ardından kadın ve erkek birlikte sahnede yerlerini alıp Sevillanas yapmaya başladılar. Gördüğüm en iyi sevillanas değildi ama coşkulu ve eğlenceliydi. Selamlarını verirken güzel bir alkışı hak etmişlerdi.



Gösteriden sonra rehberin önerdiği “night tour”a katılmak saçma geldi, bilmem ne kadar euro karşılığında şehirdeki clubları gezdirecekler, pıfff. Kendi başıma sokaklar boyunca yürümenin bana daha çok keyif vereceğine karar verdim. Issız sokaklarda gece karanlığında amaçsızca yürürken birden kendimi hareketli bir sokakta buluyor, sonra tekrar ıssız bir sokağa dalıveriyordum. Burada geceler keyifli ve uzun  ama gece eğlenceleri yalnız başına gezen bir insanı cezbetmiyor tabi ki.


Sonunda yürüye yürüye Alameda’ya vardım. Bu meydanı sevmiştim, burada keyifle birkaç bira içip bir şeyler karaladım, etrafı izledim.Arada İngilizce konuşabilen birilerini bulunca onlarla kısa kısa sohbetler ediyordum. Keyifli saatlerdi ama ertesi sabah Granada’ya gideceğim için erken kalkmam gerekiyordu, çok da geç saatlere kadar uyanık olmasam iyi olur deyip uslu kız olarak hostelimin yolunu tuttum.  
Buenas noches Sevilla…



09.09.2013 - Sevilla

21 Ekim 2013 Pazartesi

Pazarları insan evinde oturmalı, illa da Roma'ya gideceğim diyorsanız pazartesi gidin.



Roma’ya uyandığım ilk gündeyim. Colosseo’ya gidecek olmanın heyecanıyla hostelde tırt bir kahvaltı yapıp 9’da fırladım sokak kapısından. Dedim ya Roma’da metro sayesinde her yere rahatça gidebiliyorsunuz, yolum kısa sürdü bu yüzden.  Metrodan çıktığımda karşımda kocaman dişleriyle sırıtıyordu Colosseo. Biraz sıra bekledikten sonra o devasa yapının içindeydim. Girişten radioguide kiralanabiliyormuş, ama ben girişteki o sıranın ne olduğunu tam da artık gezdim bitti deyip dışarı çıkarken anladım, şapşallığın uzmanlık alanım olduğunu tekrar tekrar belirtebilirim çekinmeden.



Merdivenlerden çıkıp da o koca alana bakarken bir zamanlar burada insanın insanı yaptığı vahşeti düşündükçe ürperiyor insan. Colosseo’da gladyatörlerin dövüştürüldüğü alanın büyük bölümü yıkılmış, şuan restorasyon aşamasında tamiri yapılmaya çalışılıyor. Böylelikle arenanın altında gladyatörlerin hazırlandığı bölmeleri görebiliyorsunuz. Bir zamanlar bu arenanın üzerinde insanların birbirleriyle hınca hınç çarpıştırıldığını ve akan kanı zevkle, coşkuyla ve çığlıklarda alkışlayan bir kitle olduğunu hatırladıkça insanlığın ne garip bir dönemden geçtiğine şaşırıyorum. Şuanda aynı işkencenin hayvanlara hala yapılıyor olması aslında çok da ilerleyemediğimizin göstergesi. Bir zamanlar bu arenada canı hiçe sayılan insanoğlu şimdi aynı ya da benzer kölelik ve vahşet sistemlerini hayvanlar üzerinde uygulama peşinde, ne pervasızca…


Colosseo’dan çıktıktan sonra biraz dinlenmek için yakınlardaki bir cafede oturdum. Hava sıcaktı, yorulmuştum ve menüde gördüğüm görüntüye aldanıp buzlu , bol meyveli bir içecek gelecek umudu ile limoncello söyledim. İtalya’ya gelmeden önce mutlaka denemelisin denilen içeceklerden biri, limonatanın alkollüsü bence. O sıcakta soğuk bir bira beni rahatlatabilirmiş aslında, sıcak bir gündüz vakti için biraz ağır geldi bana limoncello, zaten menüdeki gibi süslü püslü bir bardak falan değildi gelen.

Oradan Palatino’ya yürüdüm, Roman Forumu’nu gezdim. Gezdiğim bu yerlerin tarihine dair pek fazla bilgim olmadığı için uydurmaca yorumlar yapmayacağım.


Yürüye yürüye Piazza Venezzia’ya vardım. Burası Roma’nın büyük meydanlarından biri. Burada biraz dinlendim, merdivenlere oturup etrafı izlerken ve işte Roma’dayım cümlesini kendime tekrarlayıp keyfime keyif katıyordum.








Şimdiki hedefim İspanyol merdivenlerine gitmek. Haritaya baktım, Via del corso caddesi boyunca dümdüz gidersem İspanyol merdivenlerine ulaşabiliyorum. Yola koyuldum ama yolda ne olduysa aklım çelindi ve bir sightseeing otobüs bileti alıp durağa yönlendim. ( İstanbul dahil birçok şehirde görebileceğiniz şu üstü açık turist otobüsleri )

Vatikan’a gitmek planlarım arasında yoktu ama kendimi birden Vatikan’da buldum. Üzerimde askılı body ve şort olduğu için Vatikan’ın içine giremezdim biliyordum, etrafını biraz gezdikten sonra çok vakit kaybetmeden  tekrar otobüse bindim zaten. Aman ne çok etkilendim ben buradan diyeceğim yerlerden biri değil burası, belki içeri girsem daha farklı düşünürdüm, bilmiyorum.

 Bu sefer hedefim gerçekten de İspanyol merdivenlerine gidebilmek. Otobüste geçtiğimiz yerler hakkında bilgi veriliyor, kulaklıklardan dinleyebiliyorsunuz. Nehrin yanından geçerken bir süre kulaklıklardan sadece klasik müzik verildi, o yemyeşil ağaçlı yoldan nehir manzarasına baka baka geçerken kulaklarımdaki müziğin etkisiyle bir Ferzan Özpetek karakteri olmaya hazırım Roma sokaklarında.

İspanyol merdivenlerine vardığımda beni yine çiçek satan esmer Asyalılar karşıladı, çok geçmeden birkaç merdiven aşağıda çanta, cüzdan sergilerini de gördüm. Merdivenlerdeki kalabalık şimdiye kadar gördüklerimin katbekat  fazlasıydı. Kendi kendisinin fotoğrafını çekmeye çalışan Koreli bir kıza yanaşıp fotoğrafını çekebileceğimi söyledim ve tabi ki karşılığında onun da benim fotoğrafımı çekmesini istedim. Kızın sıfırın birkaç tık üstündeki İngilizce’sine rağmen anlaşmaya çalışıyorduk, makinelere pozlarımızı verdikten sonra birlikte biraz oturduk merdivenlerde. Merdivenlerdeki inanılmaz kalabalıktan birden alkış sesleri yükseldi. Kafamı sağa çevirdiğimde genç bir adamın sevgilisine evlenme teklif ettiğini gördüm, tüm kalabalık sevinçle onları alkışlıyordu. Görmeye alışık olduğumuz klasik manzara: sevinçten ağlayan kız genç adama sarılır ve öpüşürler…



Piazza Spagna’nın kalabalığından sıyrılıp sokaklar boyunca yürümeye başladım. Çiselemeye başlayan yağmur canımı sıkmak yerine bana keyif veriyordu. Yürüye yürüye nehire vardım. Nehrin karşı kıyısına geçip merdivenlerden su kenarına indim, nehir kenarında boş ama güzel restaurantlar vardı, oturup bir şeyler yiyebilirim diye düşündüm fakat bu iki gün içerisinde Roma’da tahminimden daha çok harcama yaptığım için karnımı doyurmanın ucuz yolunu bulmalıydım. Nehrin diğer yakasına geçtim tekrar.  Güneş batmak üzereydi, manzara gerçekten görülmeye değerdi. Nehir kenarına inip ayaklarımı suya doğru sarkıtarak oturdum, sigaramı yaktım ve manzaranın tadını çıkardım. Burada benden başka kimse yoktu. Bu güzel manzaranın keyfini benden başka yaşamak isteyenin olmamasına şaşırıyordum, o kalabalık meydanlar yerine buradaki huzur ve manzara tercih edilmeye değerdi, Roma’da geçirdiğin en keyifli anlardan biriydi ve bu keyfi sadece kendimle paylaşıyordum.



Güneş battıktan sonra kalkıp yürüyüşüme devam ettim. Piazza Navona’nın etrafındaki yan sokaklardan birinde ( Via Di S Agnose sokağıydı sanırım ) La Freschatta ismindeki restaurantta karnımı doyurdum. Meydanda 14 Euro olan spaghetti , yan sokaklarda 7 Euro. Burada “Bruschetta” dedikleri  fırında kızarmış ekmek üzerine domates, yağ ve baharattan oluşan lezzeti de tattım, basit ama güzel bir tat. Yemeğin üzerine expressomu içtikten sonra Hard Rock cafeye gitmek üzere yeniden yollara koyuldum.

Hard Rock Cafe; Barberini metrosuna geldikten sonra sola doğru çıkan yokuşun üzerinde. Herkes tarafından bilinen bu cafeler zincirine ilk kez gidiyor olmanın heyecanıyla önce içerisini biraz gezdim, sonra bir kenara oturup biramı yudumlarken fondaki müzik eşliğinde keyifli günümü  gözlerimin önünden geçirdim.  O anda“Wish you were here”  çalmasa da sanki o çalıyormuş gibi sevgilime bu şarkıyı armağan ettim iç dünyamın radyosundan. Bu şehri bir sonraki sefere ele ele kol kola gezmeli seninle sevgilim, hiç susmadan  bak şurada bu, burada şu var diye anlatacağım sana , biraz kafan şişecek.



Hostele vardığımda iki oda arkadaşının daha bize eklendiğini gördüm, iki İtalyan dansçı kız. “Roma’da gördüğüm ilk İtalyanlarsınız” deyince biraz komik başladı muhabbet, ama haftasonunu  Roma’da geçiren bir turist olarak her yerde benim gibi turistlerin olduğunu düşünürsek yanlış bir söylem değildi. Biraz danstan, biraz Gezi Parkı’ndan, biraz dinlerden, biraz İtalya ve Türkiye arasındaki farklardan bahsettik, güzel bir sohbetti.

Roma’daki iki günlük kısa ziyaretimin sonuna gelmiştim. Burada sadece turistik yerleri gezecek zamanım ve cesaretim olduğu için beklediğim hayranlığa erişemeden bitti ziyaretim. Bu güzel şehre bu kadar az zaman vererek ona haksızlık yapmıştım. Ama bu şehrin daha uzun bir ziyaret için beni yeniden çağıracağını biliyorum ( Fontana de Trevi’ye attığım parayı hatırlatırım ) ve bu çağrıya zevkle uyacağımı şimdiden söyleyebilirim.

Roma’yı ziyaret etmeyi düşünüyorsanız size tavsiyem şu ki;  hafta sonu bunun için doğru zaman değil. Zira etraftaki turist yoğunluğundan şehre odaklanamayıp hafta sonunuzu  Sultanahmet’te geçiriyormuşsunuz hissine kapılabilirsiniz. Her yanda gördüğünüz hediyelik eşya dükkanları, yerlerdeki çanta, cüzdan sergileri, ellerinde çiçeklerle size yanaşan satıcılar, havaya atıp tuttuğu ışıltılı garip oyuncakları satmaya çalışan satıcılar ve benzerleri.. Etrafta bağırarak, el hareketleriyle konuşan neşeli İtalyanlar görmeyi bekliyorsanız şunu demeliyim ki ya Roma bunun için yanlış tercih ya da hafta sonu yanlış zaman..

08.09.2013 - Roma