Sabahın 9’unda Sevilla’ya vardım, hayalimde hostele gidip
güzel bir duş almak sonra kahvaltımı yapıp hemen Sevilla turuna çıkmak var.
Odanın hazır olması için 1’e kadar beklemem gerektiğini unutmuştum tabi. En
iyisi önce kahvaltımı yapmak dedim, Alamade de Hercules meydanına gidip bir cafeye
oturdum. Kruvasan ve dometes-ekmeklli tostla
karnımı doyurdum. Hostele gidip aklanıp paklanıp temiz kıyafetlere kavuştuktan
sonra çantamı takıp sırtıma çıktım Sevilla turuna. Elimden hiç bırakmadığım
haritama baka baka nereye gitsem diyorum kendime. Öyle çok turistik yerleri
görmek derdinde değilim aslında, daha da kilise göresim yok, sokaklarında
yürüyüp şehrin tadına varmak istiyorum daha çok.
Ama tabi ki ünlü birkaç yeri ziyaret etmeden de gezimi
bitirmek istemedim. Dünyanın en büyük katedrali olan La Giralda Katedrali’ni
gezdim önce.
Atlantik okyanusunu aşarak Kuzey Amerika’ya ilk ulaşan zat-ı
muhterem Christophe Colomb’un mezarı da
bu katedralin içinde.
Katedral gezimin ardından Real Alcazar’a yöneldim. Endülüs Araplarına hayran bir İspanyol kralı
tarafından Alhambra sarayından etkilenerek yapılmış büyük gösterişli bir saray,
dolayısıyla birçok bölümü Alhambra’yı andırıyor ama onun kadar etkileyici değil
ne yazık ki.
Kiliseler, saraylardan sonra Santa Cruz sokaklarında boş boş dolaşmanın keyfine varmak istiyorum. Daracık sokaklar, güleç yüzlü insanlar etrafımda. Ama bu sokaklarda kaybolmanız an meselesi,hele benim gibi harita okumak konusunda sıkıntılarınız varsa.. Tüm sokaklar birbirine benziyor , yine de korkmanıza gerek yok;sizi anlamayan ve sizin de anlamadığınız ama işaretlerle size yardımcı olmaya çalışan İspanyollar her yerde, yolunuzu bir şekilde buluyorsunuz.
Yürüyüşüm sırasında adını bilmediğim bir kilisenin önünde
dizilmiş masalarda ve ayakta bira içen kalabalığa dahil olup kiliseye karşı
bira içme şerefine ben de katıldım. Türkiye’de caminin 100 m yakınında içki
satmanın yasak olduğunu düşününce burada kiliseye karşı bira içilen bir
kültürün varlığı beni biraz şaşırttı doğrusu. Ama sonra şaşırmamın saçma
olduğunu düşündüm; kanı şarapla özdeşleştirilen bir peygamberin dinine inanan
insanlardan bahsediyoruz, alkolün haram sayılmadığı bir din. Bu yüzden ki
sokaklarda kırılmış bira şişeleri göremiyorsunuz, her buldukları karanlık kuytu
köşede içmeye çalışan gençler yok. İçki zaten her yerde serbest olduğu için
ortada hiçbir sorun yok, bastırılmış istekler azalmış. İçki ayıp ya da yasak
değil, gönüller hoş, muhabbetler şahane.
Haritadan bakınca El Arena’nın çok da uzakta olmadığını
gördüm ama tabi ki buraya gitmeyecektim. Bu güzel insanların bu kadar acımasız
bir olaydan zevk almasını anlayamıyordum. Cahillik, vurdumduymazlık,
türcülük,Vandalizm... daha birçok isim konulabilir sanırım bu saçma kültüre.
Sonrasında yolum beni Plaza de Espana’ya götürdü, yarım ay şeklinde tasarlanmış, büyük ve
görkemli bir meydan. Yarım ay boyunca ilerlerken İspanya’daki tüm özerk
bölgelere dair semboller ve her bölgeyi temsil edem şehre dair resimleri
görüyorsunuz. Meydanda bir köşeye oturup bir süre bu güzel meydanı seyrettim;
faytonlarla gezen turistleri, bir köşede birbirini öpmeye çalışan çiftleri,
heyecanla birbirine bir şeyler anlata anlaya yürüyen genç kızları, Japon yaşlı
turist gruplarını izledim, herkes mutluydu bu şehirde, havasından mı suyundan
mı bilemedim.
Sevilla’da heryer bisiklet ve yürüyüş yollarıyla çevrili. Akşamüstü
sokaklarda bisikletli birçok İspanyol görüyorsunuz, hayatımdaki ulaşım sorununu
bisikletle halletmek hayalindeki ben için burası gerçekten bir cennet. Bu şehir
işte tam yaşanacak şehir diyorum tekrar tekrar kendime.
Hava kararmaya başlayınca Guadalquivir nehrinin kenarında yürürken buldum kendimi.
Bu güzel manzara eşliğinde bira keyfi yapmadan olmazdı. Bu güzelliği size nasıl
göstermeli, nasıl anlatmalı bilmiyorum. Sanırım bu şehre gittikçe daha da çok
aşık oluyorum, ben bir gün burada yaşarım arkadaş diye ahkamlar kesiyorum kendime.
Sonra Triana’nın ara sokaklarında gezintiye dalıyorum. Bir
sürü Flamenco okulunun kapısında durup içeri girecek cesaret bulamıyorum
kendimde bir türlü.
Tam şurada teras katında bir evim olsun diyorum. Bir flamenco okuluna yazılayım,bir de bisiklet alayım kendime, gündüz okuluma gideyim, akşamları da terasımda oturup nehire karşı biramı yudumlayayım. Ben ve benim hayallerim, seviyorum onları.
Akşam bir Flamenko gösterisinde gitmek istiyordum. Nehrin
karşı yakasına geçtim yeniden, kaybola kaybola şuursuzca devam eden yürüyüşüm
sırasında Flamenko izlemek için yer ararken girişte ücretin alınmadığı bir bar
buldum. Ucuz ve kesinlikle güzel diyemeyeceğim bir Flamenko gösterisi izledim.
Tamamen turist dolu, ucuz bir bardan ne bekliyordum ki… İzlediğim gösteriden çok da memnun olmadan
şuursuzca yürüyüşüme devam ettim. Orada burada takıla takıla sonunda hostele
vardım ama yolu nasıl bulduğumu inanın ben de bilmiyorum.. O kadar çok yol
yürümüştüm ki, yorgunluktan sızlayan ayaklarıma rağmen gün boyunca içtiğim ucuz
biraların etkisiyle sızıp kalmam çok üzüm sürmedi.
Endülüse veda etme zamanıydı, nasıl gitmeli, nasıl veda
etmeli ?
11.09.2013 - Sevilla