Kahvaltımızı ettik ve sabah 10’da Sagra da Familia’nın
kapısının önüne dikildik, bu saatte bile sizi uzun mu uzun bir sıra karşılıyor.
Sol taraftaki kısa ve hızla ilerleyen sıranın online bilet alanlar için
olduğunu öğrenince sağdaki upuzun sırayı beklemektense oturup bir kahve içeriz ,bileti
internetten alırız ve soldaki sıradan çok da beklemeden gireriz dedik, çok
doğru bir karar vermişiz, yarım saat sonra sıra beklemeden içerideydik.
Sagra da Familia, Gaudi’nin son eseri , daha doğrusu bitmemiş
eseri. 1882 yılında Gaudi bu kiliseyi yapmaya başlamış , fakat 1926 yılında hayata
gözlerini yumunca eserini bitirememiş. Şuan hala yapımı devam etmekte.
Kilisenin hala bitmemesinin en önemli sebebi Gaudi’nin karmaşık mimarisini
anlamanın çok da kolay olmaması ve tabi ki 19.yy teknolojisiyle planlanan
eserin günümüz teknolojisine uyarlanmasının zorluğu.
Basilikanın iç kısmı da
dış kısmı da ayrı bir mimari harikası. Gaudi’nin evrenden ilham alarak yapımını
planladığı bu kilisede sütunlar ağaç dallarına benzerliği ile dikkat çekiyor,
bal peteklerinin , bitki köklerinin, yaprakların, meyvelerin, gezegenlerin.. mimariye uyarlanmış şekillerini binayı
incelediğinizde görebiliyorsunuz.
Kafanızı hangi yöne çevirirseniz o yönde mutlaka sizi şaşırtacak bir detay
görüyorsunuz.
Park Güell’e mi gitsek yoksa sightseeing otobüs bileti mi
alsak derken Park Güell’e yarın gitme kararını verdik sonunda ( ah keşke o gün gitseymişiz
).
Önce acıkan karnımızı doyurmak için o meşhur yemekleri Paella’dan yedik. Üzerine deniz ürünleri atılmış bulgur pilavı desem daha rahat anlarsınız ne demek istediğimi.
Plaça de Catalunya’ya doğru yürüyüp meydandan Sightseeing otobüsleri ile şehir turuna başlayalım
o zaman. Tercih turuncu hat , taktık kulaklıklarımızı ve başlasın Barcelona
turu..
İlk durağımız Catedral de Barcelona. 13. Ve 15. yy’da
yapımına başlanan katedralin ön yüzü 19. yy’da neo gotik görünüme kavuşmuş.
Katedralin avlusunda, demir parmaklı odaların içindeki Azizlerin heykellerine
mumlar yakıp dilekler dileyen insanlar sıralanıyor. Avlunun bahçesindeki
havuzun etrafında gezinen kazlar bir çok turistin olduğu gibi benim de
dikkatimi çekiyor tabi ki..
Katedral gezisinin
ardından tekrar sightseeing turuna devam ettik. Passeig Colom, World Trade
Center,Jardins Miramar, Fundacio Miro, Anella Olimpica, The National Museum of
Catalan Art sadece otobüsün içinden gördüğümüz yerler oldu. Sonraki durağımız
Poble Espanyol.
Poble Espanyol İspanya’nın tüm bölgelerini temsil eden küçük
bir İspanyol köyü modeli. 1929 yılınca Barcelona Uluslar arası Sergisi için
tasarlanmış fakat sonra gördüğü yoğun ilgi nedeniyle kalıcı olmuş. Bizim
gezdiğimiz hali bir sürü restaurantın , dükkanın olduğu güzel şirin bir köydü.
Poble Espanyol sokaklarında gezerken kendinizi bir Madrid’de bir Endülüs’te bir
Girona’da bir Barcelona’da buluyorsunuz, zaten sloganı da “Spain : Visit it.
Taste it. Live it. In one day.”
Turumuza devam ederek otobüsün içinde Caixa Forum, Plaça
Espana, Estacio de Sants’ı gördükten sonra arkadaşımın isteğini kıramayıp Camp
Nou’da otobüsten indik. Futbolu ne kadar da sevmediğimi beni tanıyanlar iyi
bilirler ama Barcelona’ya gelmişken bu büyük stadı görelim dedik. Stada sadece
giriş 24 Euro deyince aklım gidiverdi yerinden, “bi bakıp çıkacaz abi” parası
24 euro. Sadece etrafını turlayıp, Messi fotoğraflarına bakıp, türlü futbol
ürünleri satan mağazasını gezmekle yetindik biz de. Barcelona’da girişi
ücretsiz olan bir yer görmedim zaten, bir çoğunun girişi “iyi para”
diyebileceğimiz rakamlar.
Maç zamanları böyle bir coşkunun olduğu bir stadtan bahsediyoruz:
Camp Nou’dan sonra tekrar otobüse binip birkaç yeri daha
otobüsle gördükten sonra Casa Batllo’da inip turumuza son verdik.
Casa Batllo zengin bir tekstilci aile tarafından Gaudi’ye
yaptırılmış, o dönemde sanıyorum aileler arasında en güzel evi olanın bir ünü,
bir saygınlığı varmış. Gaudi’nin deniz temasını işlediği bu yapı adeta masal
diyarlarından gelmiş de modern caddelerin üzerinde biraz dinlenip gidecekmiş
gibi duruyor. İçeriye girmeyi aklımdan
geçirdim tabi ki ama girişteki gereksiz pahalı ücreti görünce “dışarıdan daha
güzel canım” diye kendimi avutmak iyi geldi.
Sonra düştük yine tabanvayla yollara, sora sora bakına
bakına La Ramblas caddesini bulduk. La Ramblas Barcelona’nın en ünlü caddesi.
Rengarenk, kalabalık, kıpır kıpır, keyifli mi keyifli bir cadde. Tapas barlar, restaurantlar, çiçekçiler,
hediyelik eşya dükkanları her bir yana dağılmış.
Sokağın ortasında her an bir hareketlilik, dansçı grup gösterileri birden karşınızda beliriveriyor.
Benim en bayıldığım yerlerden biri limana doğru giderken sağda kalan Pazar; dünyanın her yerinden tropical meyveleri, kuruyemişleri, baharatları bu pazarda bulabilirsiniz. Hatırladığım anda bile ağzımın şapır şapır sulanmaya başladı.
La Rambla boyunca bir sürü “heykel insan”a rastlıyorsunuz. Önlerindeki kaseye para atınca size teşekkür etmek için bir hareketlenme ya da ufacık , minicik bir gösteri yapıveriyorlar.
La Rambla’da bir şeyler içtikten sonra limana doğru yürüdük,
deniz kenarı boyunca yürüdük de yürüdük.
Ünlü Barcelona eğlencesinin nerede olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Gündüzden
elimizde kalan fotoğraf makinesi ve çantalar ağırlık yapıyor biraz ama hostele
gidip de bunları bırakmak daha da zor geldiği için ağırlıklarımızla yürümeyi
tercih ediyoruz. En sonunda şimdi gitsem
bulabilir miyim bilemediğim bir yerde sıralanmış ardı ardına bir sürü bara denk
geliyoruz. Biraz birinde biraz birinde eğleniyoruz, içtikçe içiyoruz.
Eğleniyorum ama gözüm hep çantamla fotoğraf makinemle. O en son votkayı almamla
dikkatim biraz dağılmış olsa gerek, kafamı iki dk sağa çeviriyorum ve tekrar
sola çevirdiğimde fotoğraf makinem yerine yok…
Arkadaşım dışarıda sigara
içiyor, koşa koşa yanına gidiyorum bir umut belki o almıştır diye makineyi, hayır
onda da yok. Kafamı iki yanından koca bir ceviz kıracağıyla sıkıyorlar sanki,
öyle bir zonklama hissettim. Önüme gelene soruyorum makinemi, öyle ufacık pıttırık makinelerden de değil, zamanında kendimce güzel paralar bayıldığım Canon
450D’m gitti.
Orada nöbette duran polislere sordum, umutsuz bir ifadeyle karakola
gidip şikayette bulunmamı söylediler. Ama gözleri bana "unut o makineyi" diyordu.
Bir de aksi gibi cep telefonumu da makinenin çantasının gözüne koymuştum,
hırsız bir taşla iki kuş vururken ben bir anlık dalgınlıkla hem telefonumdan
hem fotoğraf makinemden olmuştum.
Gecenin bir vakti Barcelona sokaklarında
karakol arıyoruz, kime sorsak farklı bir yer tarif ediyor, dalga geçer gibi...
Kendimi tutamayıp sokaklarda Türkçe küfürler eşliğinde ağlamaya başlıyorum. Maddi
kaybımdan çok tüm tatil fotoğraflarımın bir anda yok olup gitmesine yanıyorum,
en çok içimi bu acıtıyor. Senelerdir hayalini kurduğum tatilin, gezdiğim o
güzel yerlerin fotoğrafları, Roma, Sevilla, Granada.. hepsi gitti.
Gecenin bir yarısına kadar aramalarımıza rağmen karakol
falan bulamıyoruz, sabah kalkıp gideriz deyip bu berbat geceyi sabah karşı
noktalayalım dedik. Gözlerim ağlamaktan şişmişti, uykuya ihtiyacım vardı. Bu
halle gözüme uyku girmez derken, yatağa uzandığım gibi sızmışım. Ne zaman bu
kadar çok ağlasam sızıp kalırım zaten…
13.09.2013 - Barcelona
Kıssadan hisse ertesi gün:
Ertesi gün bir karakol bulduk ve şikayette bulundum. Karakoldaki
kadına hırsızlığın olduğu yerde kayıda alan bir kamera olup olmadığını sordum, olumsuz yanıt alınca bir anlık
umudum da gidiverdi. “Peki bir şey soracağım. Makineme gerçekten kavuşma şansım
var mı yoksa makinemi unutmam mı gerekiyor” diye bir soru ile gittim bu sefer ve hiç de duymak
istemediğim “ you should forget it ( unutsan iyi olur )” yanıtını alınca beynimin
arka fonunda bir anda başlayan “boynuuu bükükleeer” şarkısıyla uyumlu bir
şekilde kafamı yana eğdim ve oradan uzaklaştım.
Hırsızın İspanyol olabileceği asla kabul edilmiyor tabi ki;
Faslılar yapıyormuş hırsızlık işlerini, geçmiş olsunmuş… Alacağın olsun
Barcelona , seni sevmedim babanı da sevmezdim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder