Roma’ya uyandığım ilk gündeyim. Colosseo’ya gidecek olmanın
heyecanıyla hostelde tırt bir kahvaltı yapıp 9’da fırladım sokak kapısından. Dedim
ya Roma’da metro sayesinde her yere rahatça gidebiliyorsunuz, yolum kısa sürdü
bu yüzden. Metrodan çıktığımda karşımda
kocaman dişleriyle sırıtıyordu Colosseo. Biraz sıra bekledikten sonra o devasa
yapının içindeydim. Girişten radioguide kiralanabiliyormuş, ama ben girişteki o
sıranın ne olduğunu tam da artık gezdim bitti deyip dışarı çıkarken anladım,
şapşallığın uzmanlık alanım olduğunu tekrar tekrar belirtebilirim çekinmeden.
Merdivenlerden çıkıp da o koca alana bakarken bir zamanlar
burada insanın insanı yaptığı vahşeti düşündükçe ürperiyor insan. Colosseo’da
gladyatörlerin dövüştürüldüğü alanın büyük bölümü yıkılmış, şuan restorasyon
aşamasında tamiri yapılmaya çalışılıyor. Böylelikle arenanın altında
gladyatörlerin hazırlandığı bölmeleri görebiliyorsunuz. Bir zamanlar bu
arenanın üzerinde insanların birbirleriyle hınca hınç çarpıştırıldığını ve akan
kanı zevkle, coşkuyla ve çığlıklarda alkışlayan bir kitle olduğunu hatırladıkça
insanlığın ne garip bir dönemden geçtiğine şaşırıyorum. Şuanda aynı işkencenin
hayvanlara hala yapılıyor olması aslında çok da ilerleyemediğimizin göstergesi.
Bir zamanlar bu arenada canı hiçe sayılan insanoğlu şimdi aynı ya da benzer
kölelik ve vahşet sistemlerini hayvanlar üzerinde uygulama peşinde, ne
pervasızca…
Colosseo’dan çıktıktan sonra biraz dinlenmek için
yakınlardaki bir cafede oturdum. Hava sıcaktı, yorulmuştum ve menüde gördüğüm
görüntüye aldanıp buzlu , bol meyveli bir içecek gelecek umudu ile limoncello
söyledim. İtalya’ya gelmeden önce mutlaka denemelisin denilen içeceklerden biri,
limonatanın alkollüsü bence. O sıcakta soğuk bir bira beni rahatlatabilirmiş
aslında, sıcak bir gündüz vakti için biraz ağır geldi bana limoncello, zaten
menüdeki gibi süslü püslü bir bardak falan değildi gelen.
Oradan Palatino’ya yürüdüm, Roman Forumu’nu gezdim. Gezdiğim
bu yerlerin tarihine dair pek fazla bilgim olmadığı için uydurmaca yorumlar
yapmayacağım.
Yürüye yürüye Piazza Venezzia’ya vardım. Burası Roma’nın büyük meydanlarından biri. Burada biraz dinlendim, merdivenlere oturup etrafı izlerken ve işte Roma’dayım cümlesini kendime tekrarlayıp keyfime keyif katıyordum.
Şimdiki hedefim İspanyol merdivenlerine gitmek. Haritaya
baktım, Via del corso caddesi boyunca dümdüz gidersem İspanyol merdivenlerine
ulaşabiliyorum. Yola koyuldum ama yolda ne olduysa aklım çelindi ve bir
sightseeing otobüs bileti alıp durağa yönlendim. ( İstanbul dahil birçok
şehirde görebileceğiniz şu üstü açık turist otobüsleri )
Vatikan’a gitmek planlarım arasında yoktu ama kendimi birden
Vatikan’da buldum. Üzerimde askılı body ve şort olduğu için Vatikan’ın içine
giremezdim biliyordum, etrafını biraz gezdikten sonra çok vakit kaybetmeden tekrar otobüse bindim zaten. Aman ne çok
etkilendim ben buradan diyeceğim yerlerden biri değil burası, belki içeri
girsem daha farklı düşünürdüm, bilmiyorum.
Bu sefer hedefim
gerçekten de İspanyol merdivenlerine gidebilmek. Otobüste geçtiğimiz yerler
hakkında bilgi veriliyor, kulaklıklardan dinleyebiliyorsunuz. Nehrin yanından
geçerken bir süre kulaklıklardan sadece klasik müzik verildi, o yemyeşil ağaçlı
yoldan nehir manzarasına baka baka geçerken kulaklarımdaki müziğin etkisiyle
bir Ferzan Özpetek karakteri olmaya hazırım Roma sokaklarında.
İspanyol merdivenlerine vardığımda beni yine çiçek satan
esmer Asyalılar karşıladı, çok geçmeden birkaç merdiven aşağıda çanta, cüzdan
sergilerini de gördüm. Merdivenlerdeki kalabalık şimdiye kadar gördüklerimin katbekat
fazlasıydı. Kendi kendisinin fotoğrafını
çekmeye çalışan Koreli bir kıza yanaşıp fotoğrafını çekebileceğimi söyledim ve
tabi ki karşılığında onun da benim fotoğrafımı çekmesini istedim. Kızın sıfırın
birkaç tık üstündeki İngilizce’sine rağmen anlaşmaya çalışıyorduk, makinelere
pozlarımızı verdikten sonra birlikte biraz oturduk merdivenlerde.
Merdivenlerdeki inanılmaz kalabalıktan birden alkış sesleri yükseldi. Kafamı
sağa çevirdiğimde genç bir adamın sevgilisine evlenme teklif ettiğini gördüm,
tüm kalabalık sevinçle onları alkışlıyordu. Görmeye alışık olduğumuz klasik
manzara: sevinçten ağlayan kız genç adama sarılır ve öpüşürler…
Piazza Spagna’nın kalabalığından sıyrılıp sokaklar boyunca
yürümeye başladım. Çiselemeye başlayan yağmur canımı sıkmak yerine bana keyif
veriyordu. Yürüye yürüye nehire vardım. Nehrin karşı kıyısına geçip
merdivenlerden su kenarına indim, nehir kenarında boş ama güzel restaurantlar
vardı, oturup bir şeyler yiyebilirim diye düşündüm fakat bu iki gün içerisinde
Roma’da tahminimden daha çok harcama yaptığım için karnımı doyurmanın ucuz
yolunu bulmalıydım. Nehrin diğer yakasına geçtim tekrar. Güneş batmak üzereydi, manzara gerçekten
görülmeye değerdi. Nehir kenarına inip ayaklarımı suya doğru sarkıtarak
oturdum, sigaramı yaktım ve manzaranın tadını çıkardım. Burada benden başka
kimse yoktu. Bu güzel manzaranın keyfini benden başka yaşamak isteyenin
olmamasına şaşırıyordum, o kalabalık meydanlar yerine buradaki huzur ve manzara
tercih edilmeye değerdi, Roma’da geçirdiğin en keyifli anlardan biriydi ve bu keyfi
sadece kendimle paylaşıyordum.
Güneş battıktan sonra kalkıp yürüyüşüme devam ettim. Piazza
Navona’nın etrafındaki yan sokaklardan birinde ( Via Di S Agnose sokağıydı
sanırım ) La Freschatta ismindeki restaurantta karnımı doyurdum. Meydanda 14
Euro olan spaghetti , yan sokaklarda 7 Euro. Burada “Bruschetta” dedikleri fırında kızarmış ekmek üzerine domates, yağ
ve baharattan oluşan lezzeti de tattım, basit ama güzel bir tat. Yemeğin
üzerine expressomu içtikten sonra Hard Rock cafeye gitmek üzere yeniden yollara
koyuldum.
Hard Rock Cafe; Barberini metrosuna geldikten sonra sola
doğru çıkan yokuşun üzerinde. Herkes tarafından bilinen bu cafeler zincirine
ilk kez gidiyor olmanın heyecanıyla önce içerisini biraz gezdim, sonra bir
kenara oturup biramı yudumlarken fondaki müzik eşliğinde keyifli günümü gözlerimin önünden geçirdim. O anda“Wish you were here” çalmasa da sanki o çalıyormuş gibi sevgilime
bu şarkıyı armağan ettim iç dünyamın radyosundan. Bu şehri bir sonraki sefere
ele ele kol kola gezmeli seninle sevgilim, hiç susmadan bak şurada bu, burada şu var diye anlatacağım
sana , biraz kafan şişecek.
Hostele vardığımda iki oda arkadaşının daha bize eklendiğini
gördüm, iki İtalyan dansçı kız. “Roma’da gördüğüm ilk İtalyanlarsınız” deyince
biraz komik başladı muhabbet, ama haftasonunu
Roma’da geçiren bir turist olarak her yerde benim gibi turistlerin
olduğunu düşünürsek yanlış bir söylem değildi. Biraz danstan, biraz Gezi
Parkı’ndan, biraz dinlerden, biraz İtalya ve Türkiye arasındaki farklardan
bahsettik, güzel bir sohbetti.
Roma’daki iki günlük kısa ziyaretimin sonuna gelmiştim.
Burada sadece turistik yerleri gezecek zamanım ve cesaretim olduğu için beklediğim
hayranlığa erişemeden bitti ziyaretim. Bu güzel şehre bu kadar az zaman vererek
ona haksızlık yapmıştım. Ama bu şehrin daha uzun bir ziyaret için beni yeniden
çağıracağını biliyorum ( Fontana de Trevi’ye attığım parayı hatırlatırım ) ve
bu çağrıya zevkle uyacağımı şimdiden söyleyebilirim.
Roma’yı ziyaret
etmeyi düşünüyorsanız size tavsiyem şu ki;
hafta sonu bunun için doğru zaman değil. Zira etraftaki turist
yoğunluğundan şehre odaklanamayıp hafta sonunuzu Sultanahmet’te geçiriyormuşsunuz hissine
kapılabilirsiniz. Her yanda gördüğünüz hediyelik eşya dükkanları, yerlerdeki
çanta, cüzdan sergileri, ellerinde çiçeklerle size yanaşan satıcılar, havaya
atıp tuttuğu ışıltılı garip oyuncakları satmaya çalışan satıcılar ve
benzerleri.. Etrafta bağırarak, el hareketleriyle konuşan neşeli İtalyanlar
görmeyi bekliyorsanız şunu demeliyim ki ya Roma bunun için yanlış tercih ya da hafta
sonu yanlış zaman..
08.09.2013 - Roma
08.09.2013 - Roma
Bir daha kine Vatikan'ı atlamazsın umarım. Güzeldir
YanıtlaSil